Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Adaletin Ötesinde (1987)

Şekli Adalet Kavramı

Şekli (ya da durağan) adalet kavramı, şu nedenlerle şekli (ya da durağan) dır: (a) bütün adalet çeşitlerinin ortak özelliklerini kapsar şekilde tanımlanmıştır, ve, sonuç olarak, (b) sadece normatif adalet içerik, kriter ve usullerinden ayrılmakla kalmayıp, farklı içerik, kriter ve süreçler aracılığıyla mantıklı bir şekilde açıklanan (sınırlı) ideal şekillerden de ayrılmıştır. Chaim Perelman, benim de analizlerimin başlangıç aşamalarında önemli ölçüde dayandığım The Idea of Justice (Adalet İdeali) adlı kitabında, “şekli adalet” terimini, benim yanıltıcı olarak nitelemem gereken bir şekilde kullanır. Weber kuramsal söylevinde, maddi kavramların aksine, “şekli” adaletin, kısmi bir tanımını ortaya koymuştur. Bu suretle o, yasal otoritenin rasyonelleşmesiyle ortaya çıkan görece modern adalet tipi olan adil yargılanmanın resmileştirilmesini kastetmiştir, ve, ben Weber’in tanımlamasını yok saymak ya da onu bir başkasıyla değiştirmek için herhangi zorlayıcı bir sebep göremiyorum. Şekli adalet, bundan dolayı, bir adalet türü (veya tipi)’dir. Buna rağmen, şekli adalet kavramı, bütün adalet türlerinin ortak özelliklerini içerir, ki bu şekli veya maddi olabilir. Şekli olduğunu belirten bu tür bir adalet değil, fakat kavramdır. Bundan dolayı, adaletin şekli anlayışı, “şekli adalet” kavramından çok yüksekte bir soyutlama seviyesini ifade etmektedir.

Herhangi bir topluluk veya sosyal grup içinde dünyaya gelmiş olmak, bu belirli topluluk ve sosyal grubun üyelerinin o topluluk ve sosyal grubun norm ve kurallarını öğrenmeleri ve uygulamalarının zorunlu olduğu anlamına gelmektedir. Bu “sosyalleşme” adı verilen süreçtir. Normal olarak, farklı insan gruplarına farklı normlar ve kurallar düzeni uygulanmaktadır (kadın ve erkek arasında var olan temel bir ayrılık). Dolayısıyla, norm ve kuralları öğrenmek ve uygulamak iki farklı davranış düzeni ile aynı anlamdadır. Bir yandan, bu, belirli bir normlar ve kurallar düzenini bilme, uygulama ve tahmin etme anlamına gelirken; diğer yandan bu, aynı normlar ve kurallar düzenini bilme, tahmin etme ancak uygulamama anlamına gelmektedir, -bir başka deyişle, grup içi ve grup dışı davranış. Grupdışı üyelerin davranışlarını düzenleyen norm ve kurallar bilinmelidir, ve bu norm ve kurallara riayet edilmesi beklenir. Buna rağmen, dışgruba doğru yöneltilen uygulama bu grubun norm ve kuralları tarafından değil, içgrubunkiler tarafından düzenlenir. Bir içgrupta, beklenti ve davranış (konuşma eylemleri dahil) uyumludur: Senin benimle olan ilişkinde ne yapmanı bekliyorsam, ben de sana tam olarak onu yapıyorum, hepimizin tamamiyle aynı norm ve kurallara riayet etmemizin gerekmesi gibi basit sebepten dolayı. Bunun aksine, içgrup ve dışgrup ilişkilerinde, hem beklenti hem davranış (konuşma eylemleri dahil) uyumsuzdur: Senin benim yaptığımdan farklı bir şey yapmanı bekliyorum, sebebi basit, farklı norm ve kurallara, en azından, ortak olanlara ek olarak farklı olanlara, riayet etmemizin gerekmesi gibi basit bir sebepten dolayı. Açıkçası bu, basitleştirilmiş bir modeldir. Sosyal ilişkiler, özellikle sözde “ilkel” ortam diye adlandırılan yerde ortaya çıktıkları zaman bile bundan çok daha karmaşıktır. Fakat bu basit taslak, şekli adalet kavramının başlangıcının ortaya konulması için ideal bir giriş noktasıdır.

Adaletin “eşitlik-eşitsizlik” ikili ayrımı açısından izah edilmesi gerektiği bakış açısı tarafından yönlendirilen adalet kuramları, Adil olmanın eşitlere eşit şekilde davranma, eşit olamayanlara eşit olmayan şekilde davranmama anlamına gelen Aristocu görüşten, kural olarak, ayrılmaktadır. Buna rağmen bu görüş, (ya da atıf) normal olarak orijinal bağlamı dışında analiz edilmiş, anlam ifade ettiği bütüncül Aristocu yaklaşım tarafından bozulmuştur. Aristo, iki insanın birbirinin eşit’i olabileceğine hiçbir zaman inanmamıştır. Hatta, Plato’nun Devlet’ini eleştirirken (Politika’da) kesin olarak aksini savunmuştur. Aristo’nun aksine, eşitliğin anlamının eşitl olanlara eşit davranmak ve eşit olmayanlara eşit olmayan şekilde davranmak prensibine dayanarak bir adalet kuramı tesis edenler, gerçekten, gerçekte eşit olan insanlara eşit davranılması gerektiğini ve gerçekte eşit olmayanlara eşit olmayan şekilde davranılması gerektiğini kastetmektedirler. Fakat, gerçekte iki insanın eşit olması ya da eşit olmaması ne anlama gelmektedir? İnsanlar açık şekilde birbirlerinden ayrılırlar ve her insan benzersizdir. Bu durumda, hangi temelde onları karşılaştırabiliriz? İnsanoğlu nicelleştirilemez (en azından böyle bir nicelleştirmenin değerini oldukça azaltacak önemli bir kalıntı olmaksızın), bu nedenle, birisi için A=B=C eşitliği tesis etmek vs. veya benzer şekilde A>B>C tesis etmek gülünç olmaktan öte bir şey olmalıdır. “Eşit olanlara eşit davranılmalı ve eşit olmayanlara eşit davranılmamalı” ifadesinin, A ve B’yi bir bütün olarak değil fakat A’nın bir yönünü ve B’nin bir yönünü belirtmesi-örneğin, A, B ve C’nin kız olduğunu ya da hepsinin onsekiz yaşında kişiler olduklarını ifade etmesi buna açık bir itirazdır. Ancak, A, B ve C’nin eşit olarak kız olmaları ya da eşit olarak onsekiz yaşında kişiler olmaları yalın gerçeği, bütün kızlara ya da bütün onsekiz yaşındakilere uygulanacak belirli norm ve kurallar olmadıkça, onları kız olarak ya da onsekiz yaşındakiler olarak eşit yapmaz. “Eşit olarak böyle ya da böyle” olmak, kesin karakteristlikleri paylaştığımız anlamına gelmektedir. Gerçekten, hepimiz tekil insanlar olsak bile, belli özellikleri diğer insanlarla paylaşırız, ve, yine, her münferit insan ile temel özellikleri paylaşırız. Buna karşın, Rousseau, açıkça, sosyal norm ve kurallar tarafından yaratılmadıkça ya da en azından desteklenmedikçe, bu paylaşılan özelliklerin sosyal eşitlik veya eşitsizlikle ne kadar az alakası olduğunun farkındaydı. Günlük dil kullananlar, bir sosyal emir doğal-benzeri gibi kabul edilirse, “eşit şekilde” zarfını, “birinin eşiti” ismi ile tanımlayabilirler (sadece birinin eşitlerine eşit davranıldığı yerde). Günlük dil kullananlar, bu bakış açısına tartışmaya benim başladığım yerden ulaşma eğiliminde olsalar bile- mesele eşitlik ya da eşitsizliğin göreceli olarak oluşması değildir. Başka deyişle, eğer aynı norm ve kurallar bir grup insana uygulanıyorsa, bu grubun üyelerini eşitler olarak niteleriz. Eğer farklı norm ve kurallar iki farklı grup insana uygulanırsa ve bu iki grubun üyelerinin birbirlerine olan uygun davranışlarının uyumu sürekliyse, bu iki grubun üyelerinin ilişkisini eşit olmayan olarak ve bu üyelerin kendilerini de (birbirlerinin) eşiti olmayanlar olarak niteleriz. Şayet A, B, C özgür yurttaş ve D, E, F değilse, özgür yurttaşların norm ve kuralları A, B, C’ye uygulanır, D, E, F.’ye uygulanmaz. Yurttaşlık ilişkisi söz konusu oldukça, A, B ve C’nin her biri diğeriyle eşittir (birbirinin eşitidir), ve yine D, E, F’nin her biri diğeriyle eşittir, ama bunlar A, B, C ile eşit değildir (diğer grubun üyeleri). Sosyal eşitlik ya da eşitsizlik ontolojik olarak verilmiş değildir; farklı norm ve kuralların uygulanmasıyla oluşturulmuştur. Aksine, sadece şu şartlar yürürlükte olduğunda kesin norm ve kural grupları sosyal eşitsizlik meydana getirir: (a) grup içinde bilgi, eylem ve beklentinin benzerliği arasında ve bir yandan bilgi ile beklenti arasında farklılık, diğer yanda eylem dış grup ile ilişkili olarak katı bir bölünme hüküm sürer; (b) uyum süreklidir.