Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Ülke Uygulamalarında Kadınlara Yönelik Siyasi Partilerde Pozitif Ayrımcılık

Positive Discrimination Against Women in Political Parties in Different Country Applications

Yasemin ONUR

Türkiye’deki ataerkil yapının bir yansıması olarak kadınlar erkekler ile ekonomik, sosyal, politik anlamda eşit haklara sahip değildir. Kadınlar, yaşamın her aşamasında özellikle iş yaşamında çeşitli engeller ve sınırlamalar ile karşılaşmaktadırlar. Bu engellerin önüne geçmek amacıyla Türkiye’de hukuki anlamda düzenlemeler yapılarak şekli anlamda kadın-erkek eşitliği sağlanmış olsa da fiili anlamda kadın-erkek eşitliği toplumsal yaşama yansıyamamıştır. Makalede, cinsiyet eşitsizliği ve pozitif ayrımcılık kavramları kadınlara yönelik siyasi temsil ve katılım çerçevesinde ele alınmıştır. Bilindiği üzere, dünyada kadınlar siyasi yaşamda seçme ve seçilme hakkına kavuşmak için zorlu mücadeleler vererek bu hakları elde etmişlerdir. Ancak kadınlar bu haklara sahip olmalarına rağmen erkekler ile eşit şekilde bu haklardan yararlanamamaktadırlar. Herkesin kendi sorunlarını dile getirmesine ve çözüm bulmak için çaba harcamasına olanak tanıyan unsur demokrasi olmasına rağmen kadınlar siyasal bakımdan eksik temsil edilmektedirler. Nüfusun yarısını oluşturan kadınlar cinsiyetçi değer yargıları sebebiyle siyasette, siyasal partilerde, hükümette ve politik liderler arasında yeterli oranda temsil edilememektedir. Dünya sıralamalarında kadınların parlamentoda katılım oranları incelendiğinde Türkiye ne yazık ki son sıralarda yer almaktadır. Oysaki birçok Avrupa ülkesine kıyasla, Türkiye’de kadınlar seçme ve seçilme hakkını daha erken elde etmiştir. Çalışmanın giriş bölümünde; eşitlik, ayrımcılık, siyasi katılım kavramları ele alınmıştır. Birinci bölümde oluşum ve gelişim süreciyle pozitif ayrımcılık konusu incelenmiştir. İkinci bölümde kadınların siyasal katılımına ilişkin ulusal ve uluslararası sözleşmelere yer verilmiştir. Üçüncü bölümünde ise çeşitli ülkelerde siyasal partilerde kota uygulamaları ele alınmıştır. Sonuç bölümünde ise kadınların siyasi katılımına yönelik yapılan tespitler sonucu siyasi katılımı arttıracak önlemlere yer verilmiştir.

Pozitif Ayrımcılık, Eşitlik İlkesi, Cinsiyet Kotası, Siyasi Partiler.

As a reflection of the patriarchal structure in Turkey, women do not have equal economic, social and political rights with men. Women face various obstacles and limitations at every stage of life, especially in business life. In order to prevent these obstacles, although legal arrangements were made in Turkey and gender equality was ensured in the formal sense, the actual gender equality could not be reflected in social life. In the article, the concepts of gender inequality and affirmative action are discussed within the framework of political representation and participation for women. As it is known, women in the world have gained these rights by fighting hard to gain the right to vote and be elected in political life. However, although women have these rights, they cannot benefit from these rights equally with men. Although democracy is the element that allows everyone to voice their problems and make efforts to find solutions, women are underrepresented politically. Women, who make up half of the population, cannot be adequately represented in politics, political parties, government and among political leaders due to their sexist value judgments. When the participation rates of women in the parliament are analyzed in the world rankings, unfortunately, Turkey is in the last place. However, compared to many European countries, women in Turkey gained the right to vote and be elected earlier. In the introduction part of the study, the concepts of equality, discrimination and political participation are discussed. In the first part, the formation and development process and positive discrimination were examined. In the second part, national and international conventions on the political participation of women are included. In the third part, quota practices in political parties in various countries are discussed. In the conclusion part, as a result of the determinations made regarding the political participation of women, the measures to increase the political participation are given.

Positive Discrimination, Equality Principle, Gender Quota, Political Parties.

Giriş

Eşitlik, toplumda kişiler arasında haklar ve imkânlar bakımından ayrım olmamasıdır. Ahlaki anlamda eşitlik, herkese hakkını verme, hak tanıma ve hakkaniyet; hukuki anlamda eşitlik, kanunun koyduğu ödev ve yasakların, yurttaşlar için ayrım yapılmaksızın aynı toplumsal durumlarda uygulanabiliyor olmasıdır1 . İlke olarak eşitlik, insanların birbirleriyle aynı değerde olduklarını, bu sebeple insanlar arasında ayrım gözetilmemesi gerektiğini ifade eder. Eşitlik ilkesi ilkçağ, ortaçağ, yeniçağda farklı şekillerde tanımlanmıştır. Yeniçağda ahlaki, siyasi, hukuki ve ekonomik boyutları da içine alan daha kapsamlı bir eşitlik kavramı oluşturulmuştur.

Eşitlik, bireyler açısından temel bir hak olduğunda bireylerin, bu ilkeye dayanarak eşit işlem görmeyi veya kendilerinin ayrıma tabi tutulmamasını isteme hakkı vardır2 . Devlet organları ve idare makamları açısından da eşitlik ilkesine uyulması zorunludur. Dolayısıyla sadece kanunun uygulayıcıları olan idare makamlarına değil, aynı zamanda kanun koyucuya, yani yasama organına da hitap eder3 . Çünkü Anayasa’nın “genel esaslar” kısmında yer alan eşitlik ilkesi, yasama organını da bağlar. Bu sebeple, eşitlik ilkesine aykırı düzenlemeler yapan bir kanun, örneğin dil, din ve mezhep bakımından vatandaşlar arasında ayrım yapılmasını öngörüyorsa, Anayasa Mahkemesi tarafından eşitlik ilkesine aykırı görülerek iptal edilebilir4 . Anayasa Mahkemesi’nin eşitlik ilkesi tanımı ise şu şekildedir: “Eşitlik ilkesi, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin ihlali yasaklanmıştır. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez.5 Ayrımcılık yasağı, eşitlik ilkesinin belli ayrımcılık temellerinde sağlanmamasını yasaklayan bir ilke anlamına gelmekte ve eşitlik ilkesini güvence altına almaktadır6 .

Pozitif ayrımcılık kavramına değinmeden önce ayrımcılık kavramını açıklamak gerekmektedir. Ayrımcılık, farklılıkları sebebiyle etnik veya dinsel azınlıkların, yoksulların, kadınların, “vatandaşların” sahip olduğu hakların engellenmesi ve sınırlandırılmasıdır7 . Toplum içindeki bazı insanlara sağlanan hak ve ayrıcalıklardan toplumdaki diğer insanların yararlanamaması şeklinde de ifade edilebilir8 . Ayrımcılığa maruz kalanlar ise genelde kadınlar olmaktadır. Cinsiyete dayalı ayrımcılık, çeşitli haklara sahip olma ya da bu haklardan yararlanma konusunda kadınlara erkeklerle eşit fırsatların verilmemesi anlamına gelmektedir.

Irk ayrımcılığı, cinsiyet ayrımcılığı, dil temelli ayrımcılık, din ya da inanç temelli ayrımcılık kavramlarına da kısaca değinmekte fayda var.

Bireylerin etnik kökenine dayalı ayrımcılık, ırk ayrımcılığını oluşturmakta ve Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’nde (ICERD) “ırk ayrımcılığı”, “ırk ...”a dayalı her türlü ayrım, dışlama, kısıtlama ya da tercih anlamında kullanılmıştır. Irk ayrımcılığı, Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşmesi’nde, “siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel veya toplumsal yaşamın herhangi bir alanında, insan hakları ve temel özgürlüklerin tanınmasını, uygulanmasını, bu hak ve özgürlüklerden yararlanılmasını ortadan kaldırmak veya zayıflatmak amacına ya da etkisine yönelik, renk, soy ya da ulusal veya etnik kökene dayalı” muamele olarak tanımlanmaktadır9 . Irk ayrımcılığına ilişkin AİHM’nin kararları incelendiğinde “Nachova ve Diğerleri” kararında Mahkeme, “demokrasilerde toplum anlayışı, farklılığı bir tehlike olarak algılamamalı ve zenginlik olarak kabul etmelidir” görüşüne yer vermiştir. Çünkü AİHM, bu şekilde demokrasinin güçlenebileceğini ifade etmiştir10 .

Cinsiyet ayrımcılığı, kişinin erkek veya kadın olmasına dayanan bir ayrımcılık çeşididir11 . Cinsiyet, sosyal anlamda kadın ve erkeğin belirlenen rolleri ve sorumluluklarını ifade eden, kişinin kadın veya erkek olarak sahip olduğu genetik, biyolojik ve fizyolojik özellikleridir12 . Cinsiyet ayrımcılığı ise birçok alanda sosyal davranışı etkilemektedir. Cinsiyet ayrımcılığını genel olarak ifade etmek gerekirse; mesleklere girişlerde, ücretlerde ve terfi etme durumlarında karşılaşılan bir ayrımcılık türüdür. Bu sebeple kadınlar eğitim, mesleki eğitim ve çalışma imkânlarından erkeklere oranla çok daha az yararlanmış ve çalışmaları karşılığında düşük ücret almak zorunda kalmışlardır. Cinsiyet ayrımcılığı, nitelik bakımından eşitliği bulunan kişilerin yalnızca cinsiyetlerine bağlı olarak farklı muamele ile karşılaşmaları durumunu ifade etmektedir13 .

TDK’ya göre dil, “Düşünce ve duyguları bildirmeye yarayan herhangi bir anlatım aracıdır.14” Bir diğer tanımla dil, “Düşünce, duygu ve isteklerin, bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan ögeler ve kurallardan yararlanılarak başkalarına aktarılmasını sağlayan çok yönlü, çok gelişmiş bir dizge” olarak tanımlanmıştır15 . Bir kişinin veya grubun ayrımcılığa maruz kaldığı sebepler arasında dil de gösterilebilir. Zira gerek Anayasa’nın kanun önünde eşitlik maddesinde gerekse AİHS’nin 14. maddesinde, dil ayrımcılığı yapılmayacağına yer verilmiştir. AİHM’nin dil temelli ayrımcılığa ilişkin “Belçika’da Eğitim Dili” davası örnek olarak verilebilir. Dava kapsamında bir grup veli eğitim sağlanmasına yönelik ulusal mevzuatın dil temelinde ayrımcı olduğunu şikâyet etmiştir. Flaman bölgesinde yaşayan Fransızca konuşan çocukların velileri, çocuklarının Fransızca eğitim almalarının engellendiği veya çok zorlaştığını ifade etmiştir. Ancak mahkeme ulusal mevzuatın belli bir öğretim dilinde okullar açma yükümlülüğü getirmediğini ve eğitim hakkının belirli bir zamanda mevcut olan eğitim kurumlarına erişim hakkını güvence altına aldığını ifade etmiştir. Bu sebeple ulusal mevzuatın devletin resmi dilinin dışında bir dilde eğitim sağlama yükümlülüğü olmadığını ve bu konunun azınlık hakları kapsamına girdiğini belirtmiştir16 .

Din; tanrılara, doğaüstü güçlere ve çeşitli ilahi varlıklara inancı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurumdur17 . 1982 Anayasası, vicdan, dini inanç, kanaat, ifade ve ibadet özgürlüğünü öngörmekte ve dini gerekçelere dayalı ayrımcılığı yasaklamaktadır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de devletler, farklı dini kimliklere ev sahipliği yapmakta ve farklı dini topluluklar bir arada yaşamaktadır. Dini toplulukların bazısı çoğunluk bazısı azınlık olmakta ve kimi zamanlarda dini hassasiyetler ile karşı karşıya gelmektedir. Kamu otoritelerinin görevi tüm farklı gruplara ayrımsız bir şekilde davranmak ve dini gruplara eşit muamele etmektir. Tüm din ve inanç grupları; din ve vicdan özgürlüğüne sahip olmalı ve hiçbir ayrıma tabi olmaksızın tam bir özgürlük ortamında yaşamalıdır. Çünkü din, inanç, dil, ırk ve siyasal görüşler insanların farklı kimlikleridir ve bu farklılıkların bastırılması, asimile edilmeye çalışılması hem insana zarar vermekte hem de toplumsal barışı zedelemektedir18 . AİHS’nin 14. maddesinin19 din temelinde ayrımcılık yasağı, sadece dinsel aidiyeti değil, inanç ve vicdan gibi diğer unsurları da kapsamaktadır. AİHM’nin din ayrımcılığına ilişkin Hoffman-Avusturya davasında sadece din ayrımcılığına dayalı bir ayrımcılığın kabul edilemeyeceğine karar verilmiştir. Ayrıca mahkemenin Alujer Fernandez ve Coballero Garia-İspanya davası ile Köse ve Diğerleri-Türkiye davası din ve inanç temeline dayalı ayrımcılık yasağına ilişkindir20 .

Ulusal köken ayrımcılığı ise bireyin, ulusal köken ya da yurttaşlık bağından dolayı ayrımcılığa maruz kalmasıdır. AİHM’nin “Gaygusuz-Avusturya davası” örnek olarak verilebilir. Dava konusu olay, Avusturya’da çalışan ancak Avusturya vatandaşı olmayan bir Türk vatandaşının işsizlik maaşı alamadığına ilişkindir. Mahkeme Avusturya ve Türkiye arasında sosyal güvenlik anlaşması olmamasından dolayı Türk vatandaşına yapılan farklı muamelenin haklı gösterilemeyeceğine karar vermiştir. Ayrıca kararda, başvurucunun durumunun Avusturya vatandaşının durumuna çok benzer olduğu belirtilmiş ve ulusal köken ayrımcılığı yapıldığına karar verilmiştir21 .

Ayrımcılık, “Kamusal veya özel yaşamda, insan haklarının eşitlik temeline tanınmasını, haklardan yararlanılmasını veya hakların kullanılmasını ortadan kaldırmak veya zayıflatmak amacını taşıyan veya böyle bir etki doğuran, herhangi bir ayrımcılık temeline dayanan, herhangi bir fark gözetme, dışlama, sınırlama veya kısıtlama ya da öncelik tanıma veya taciz ya da bir başkasına yönelik ayrımcılık yapılması talimatı veya örneğin engellilik din veya inanç temelinde herhangi bir kişinin ya da kuruluşun, bir hükmün, ölçütün veya uygulamanın beraberinde getirdiği dezavantajları kaldırmak için uygun tedbirlerin alınmaması” şeklinde tanımlanmaktadır22 . Ayrımcılık üç şekilde yapılabilir: Dolaylı ayrımcılık, Doğrudan ayrımcılık, Pozitif ayrımcılık. Dolaylı ayrımcılık literatürde objektif gibi görünen ancak uygulamaya geçtiğinde ötekileştirmeye, adil olmayan davranışlara yol açan bir durumu ifade eder23 . Örneğin, çalışma yaşamında uygulanan çalışma sınırı uygulaması kadınları erkeklerden daha fazla etkilemektedir. Çünkü kadınlar belli yaşlarda evlilik, doğum, çocuk yetiştirme gibi nedenler dolayısıyla çalışma yaşamından uzaklaşmaktadır. Bu uzaklaşma sebebiyle de işte yükselme planları geri planda kalmaktadır. Ancak aynı yaştaki erkekler daha kıdemli olmakta ve işe alımlarda çalışma sınırı sebebiyle tercih edilmektedir24 . Aslında tarafsız gibi görünen bu gibi uygulamaların kadınlar açısından dezavantaja dönüştüğünü söyleyebiliriz. Dolaylı ayrımcılık, görünüşte ayrımcı olmayan eylem, işlem ve uygulamalar sebebiyle bir kişinin veya grubun, hak ve özgürlüklerini kullanma açısından dezavantajlı bir duruma sokulmasıdır. Polislik mesleğine, 180m’nin altındaki kişilerin mesleğe kabul edilmemesi veya bir meslekle ilgili eğitimin günün geç saatlerinde veya hafta sonları düzenlenmesi dolaylı ayrımcılığa örnek olarak verilebilir. Örnekler değerlendirildiğinde, görünüşte bir ayrımcılık yoktur ancak söz konusu kural ve uygulamaların dolaylı ayrımcılık yarattığı ortadadır. Zira ilk örnekte boyu yeterince uzun olmayanların polislik mesleğine kabul edilmemesi ikinci örnekte ise çocuklarına bakmak zorunda olan annelerin günün geç saatlerindeki eğitime katılamaması bu kişiler açısından aleyhte bir durum yaratmaktadır25 . Bu sebeple hukuki düzenlemelerin lafzına değil etki ve sonuçlarına odaklanmak gerekir26 . Doğrudan ayrımcılık ise dil, din, mezhep, görüş, savunulan düşünce gibi herhangi bir neden sebebiyle bireye diğerlerinden farklı olarak davranmaktır27 . Bir davranışta ayrımcı bir düşüncenin var olduğu açıksa ve ayrımcı davranış belirlenebiliyorsa doğrudan ayrımcılığın var olduğunu ifade edebiliriz. Ayrımcı davranışa ilişkin kriterler ve göstergeler somut olarak algılanabiliyorsa doğrudan ayrımcılık vardır28 . Örneğin işveren tarafından bir işin sadece bir erkek tarafından ya da belirli bir yaş grubundakiler tarafından yapılabileceğine dair bir şart getirmesi durumunda doğrudan ayrımcılık ortaya çıkmaktadır.

Eşitlikçi ve demokratik bir topluma ulaşmak için, toplumsal açıdan eşitsiz konumda olan, kamusal yaşama katılmak için birçok engelleri bulunan kadınların katılımlarını “kolaylaştırıcı” birtakım özel önlemlerin alınması gerekmektedir29 . Eşitlik kavramı ile adalet kavramı arasında yakın bir anlamsal bağ vardır. Adaleti sağlamak için en önemli etken eşitliktir ve Aristoteles’e göre adalet bir yandan yasalara uygunluk, diğer yandan da eşitlik anlayışıdır30 . Bu sebeple eşitliğe aykırı işlem ve eylemlerin adil olmayacağı sonucuna varılabilir. Dolayısıyla bir hukuk kuralının tüm insanlara aynı şekilde uygulanması ile eşitlik sağlanarak adalet yerine getirilmiş olacaktır31 . Bazı durumlarda, toplumsal yaşamın ortaya çıkardığı olumsuz şartlar, kişiler arasında sosyal adaletsizlikler oluşturabilir. Bu adaletsizliğin giderilmesi her zaman eşit muamele ile sağlanmayabilir. Bu adaletsizliklerin giderilmesi için belli bir süre kişiler arasındaki hakların kullanılması bakımından, mağdur durumda olanlar lehine farklı davranışlar gerçekleştirilebilir. Bu durum “pozitif ayrımcılık” olarak ifade edilmekte ve eşitliğe aykırı görülmemektedir32 .

Eşitlik ilkesi, demokrasi içinde gelişmiş ve güçlenmiştir. Demokrasi, herkesin kendi sorunlarını dile getirmesine ve çözüm bulmak amacıyla çaba harcamasına olanak verir ve siyasal katılımı teşvik eder. Siyasal sistemin demokratik olması ise her vatandaşın çıkarının temsil edilmesine bağlıdır. Ancak kadınlar siyasal süreçlerde eksik temsil edilmektedirler. Bu sebeple kadınların eksik temsili demokrasi sorunudur ve kadınların siyasete eşit katılımı olmadan demokrasiden söz etmek mümkün olmayacaktır33 . 1997’de İstanbul’da toplanan Avrupa Bakanlar Konferansı’nın Kadın-Erkek Eşitliği Deklarasyonu, siyasal karar alma sürecinde kadınların ve erkeklerin eşit olarak temsil edilmelerinin demokratik toplumun daha iyi işleyeceğinin göstergesi olacağına amaçları arasında yer vermiştir34 .

Siyasal katılıma yönelik birçok tanım mevcuttur. Siyasal katılım, “bireylerin doğrudan siyasal sürece katılmaları ya da karar alma mekanizmalarını etkileme faaliyetleri olarak” ifade edilmektedir35 . Demokratik bir toplum için bireylerin yaşamı eşit olarak yaşayabilmeleri, siyasal katılımda ve siyasal temsilde de kadın ve erkeğin eşit olması gerekir. Birey siyasete aktif olarak katılırken karar alma mekanizmalarını etkilemekte ve yaşadığı toplumu demokratikleştirmektedir. 1975 yılında Meksika’da yapılan konferansta, siyasal katılım şu şekilde ifade edilmiştir: “siyasal katılım seçilmiş ya da atanmış bütün siyasal alanlarda ve kamu politikalarının oluşturulması süreçlerine katılan ve karar veren her düzey kamu görevinde eşitliktir”. Ayrıca konferansta 1975-1985 kadın on yılında, atanmış ya da seçilmiş tüm seviyedeki kamu görevlerinde kadın sayısını arttırmak için hedef belirlemek ve strateji oluşturmak amaçlanmıştır. Devletlerin de bu konuda yükümlü oldukları ifade edilmiştir. 1995 yılında Pekin Dünya Kadın Konferansında ise kadınların siyasal yaşama eşit katılımı diğer alanlarda kadın haklarının genel gelişimi için önemli bir yere sahiptir. Çünkü siyasal karar alma mekanizmalarına katılım sadece adalet ya da demokrasi için gerekli bir unsur olmayıp, aynı zamanda kadınların çıkarlarının dikkate alınması için de gerekli ve zorunlu bir unsurdur. Dolayısıyla, kadınların etkin katılımını sağlamadan eşitlik, gelişme ve barışa ulaşmak imkânsızdır36 .

I. Oluşum ve Gelişim Süreciyle Pozitif Ayrımcılık

Pozitif ayrımcılık kavramı, ötekileştirilmiş grupların eğitim, çalışma ve siyasete katılımlarını sağlayarak temsil edilmeleri için fırsatlar yaratmayı amaçlayan bir dizi kurumsal politika ve uygulamayı ifade eder. Ayrıca pozitif ayrımcılık, siyasi, etnik, aidiyet, cinsiyet ve ırk gibi farklılıklara dayalı fiili ayrımcılığı önlemek için farklılıklar lehine telafi edici “ayrımcılığı” savunur. Başka bir deyişle, fiili eşitsizliği ortadan kaldırmayı amaçlayan bir eşitlik politikasıdır.37 .

“Pozitif ayrımcılık” kavramı Amerika Birleşik Devletleri’nde Nathan Glazer tarafından olumlu eylem çevirisi olarak kullanılmış ve ortaya atılmış bir kavramdır38 . Terim olarak farklı ülkelerde farklı şekillerde kullanılmıştır. Örneğin ABD, Avustralya ve Kanada’da “olumlu eylem”; Hindistan’da “pozitif ayrımcılık”; Sri Lanka’da “standartlaşma” ve Avrupa Birliği hukukunda ise “pozitif eylem” terimi tercih edilmiştir39 .

Pozitif ayrımcılık, toplumdaki dışlanmış gruplara yönelik fiili eşitsizlikleri gidermek üzere dezavantajlı konumda olan kişiler lehine geliştirilen politikalardır40 . Pozitif ayrımcılığın temelinde etnik köken, aidiyet, cinsiyet, gibi farklılıklara dayalı politika anlayışı vardır. Bu anlayış ile dışlanmış gruplar için ayrımcılığın engellenmesi ve fiili eşitsizliğin önüne geçilmesi amaçlanmıştır41 . Diğer bir deyişle kişinin dil, din, cinsiyet, siyasi görüş veya etnik kökeninden dolayı bir ayrımcılığa maruz kalması durumunda bu kişilere ayrımcılık yapılmayarak aslında diğerleri ile aynı konuma getirilmeye çalışılmasıdır42 . Farklı bir tanıma göre ise; Schnapper, pozitif ayrımcılığı toplumsal yaşamın çeşitli kademelerinde yer alan farklı grupların eşit temsil edilmesi ilkesine dayanan bir siyaset biçimi olduğunu ifade etmiştir43 . İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne göre, insanlar ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetilmeksizin eşit haklara sahiptirler. Bu sebeple eşitlik aslında demokrasinin temel unsuru olup adaletin sağlanmasında da önemli bir yere sahiptir44 . Kadınlar kanunlar önünde erkekler ile eşit olsa bile günlük yaşantımızda bu pek mümkün olmamaktadır.

Pozitif Ayrımcılık, “sosyal, ekonomik ve politik alanda doğuştan gelen özelliklerinden dolayı dışlanmış azınlıkların dışlanmışlıklarını biraz olsun azaltmak ve uzun vadede ortadan kaldırmak” için ortaya çıkmış bir kavramdır45 . Bu sebeple pozitif ayrımcılık, kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığının engellenmesi için kadınların var olan haklarını kullanmada kolaylaştırıcı özel önlemler alınmasını ifade eder. Hukuki düzenlemeler ise kadınlara siyasal hayatta ve iş hayatında maruz kaldığı eşitsiz koşulları düzeltme amacı taşımaktadır. Pozitif ayrımcılık kapsamında kadınlara maruz kaldığı eşitsizlikleri engellemek için fırsat önceliği tanınmaktadır. Pozitif ayrımcılık politikası, eşitsizlik ve ayrımcılığa maruz kalanların kamu desteği ve önceliği alması anlamına gelen bir eşitlik anlayışını ifade eder46 . Cinsler arasında eşitliğin sağlanması için kadınlar lehine ayrımcılık yapılması ve fırsat önceliği tanınması da pozitif ayrımcılık politikasıdır47 .”

Tarihsel olarak incelediğimizde, birçok ülkede siyasi yaşama katılım, seçme ve seçilme hakkı erkekler için var olmuştur. Bunun sebebi ise modern liberal toplumlara özgü olmayan “özel alan”-”kamusal alan” ayrımıdır48 . Ataerkil düzenin cinsiyetçi işbölümüne göre erkeklerin siyasal sistemde daha fazla yer almasının sebebi, erkeğin kamusal alan; kadının ise özel alan ile özdeşleştirilmiş olmasıdır. Kadın, özel yaşamla özdeşleştirildiği için kamusal yaşam kadını kapsamayan hatta onu dışlayan bir kavram olarak kabul edilmiştir. Locke, Rousseau ve Hegel kamusal ve özel alan arasındaki sınırları tanımlarken, Locke özel alanı duygusallığın, sevginin, duygunun, şefkatin ve fedakârlığın simgesi olan kadının alanı olarak tanımladı; kamusal alanı ise akılcılığın, sözleşmenin, mübadelenin gerçekleştiği bir eril alan olarak tanımlamıştır49 . Aristoteles’e göre “erkek yaradılıştan üstün, kadın ise değerce erkeğin altındadır ve erkek egemen, kadın bağımlıdır.” Siyaset kamusal alana özgü bir uygulama olarak görülmüştür. Büyük düşünüre göre siyaset herkesin uğraşıp ilgilenebileceği bir alan değil yalnızca erdemli ve bilge kişilerin ilgilenebileceği bir alandır50 . Kadınlar, köleler ve yeterince bilge olmayanlar ise siyasetin dışında tutulmuştur51 .

Fransız devrimi toplumsal yapının temel olarak değişmesinde önemli bir role sahiptir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini, geleneklerde ve alışkanlıklarda arayan bakış açısının yerine ekonomide arayan yeni bir bakış açısı geliştirilmiştir. Bu dönemde kadınlar toplumsal konumlarını sorgulamış ve böylece Birinci dalga feminist Hareketlerin temeli atılmıştır. Bu hareket Amerika’da başlayıp zamanla İngiltere ve Fransa’da gelişmiş 18. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar devam etmiştir52 . Bu dalga klasik liberalizmden etkilenmiş ve asıl amacı eşitlik olmuştur. Bu hareketle kadınlar verdikleri mücadele neticesinde seçme ve seçilme hakkı ile birlikte erkekler ile benzer hakları elde etmişlerdir. Birinci dalga feminist hareket kadınların toplumsal eşitlik talepleri konusunda gereken temelleri atmıştır53 .

ABD’de 1970’lerin başına kadar siyahiler dışlanmıştı ve üstelik bir siyahi 1970’lere kadar memur, akademisyen, general, senatör, bakan olamazdı. ABD’de siyahilerin ve kadınların toplumsal yaşamda yıllarca dışlama ve ayrımcılığa maruz kalması pozitif ayrımcılık kavramını da beraberinde getirmiştir. Tarihsel açıdan bakıldığında ise bu kavram ilk kez 1950 yılında ABD’de siyahilere karşı ayrımcılığın giderilmesi amacıyla hükümet politikası olarak yönetmelikler, yargısal kararlar54 ve yasalarda yer almış olup ilkesel düzeyde eşitlik anlayışına aykırı bir uygulama olarak kabul edilmemiştir55 . Pozitif ayrımcılık politikaları, siyahileri temel alan ırk ayrımcılığının önlenmesi amacıyla uygulanmıştır. Ancak bu politikalar zamanla ve çeşitli toplumsal hareketlerin etkisiyle birlikte, başta çalışma ve eğitim alanları olmak üzere kadınlar ve çeşitli etnik grupları da kapsayacak şekilde gelişme göstermiştir56 .

1961 yılında ABD’de pozitif ayrımcılığa yönelik ilk adım, memur alımlarına başvuranların ırkı, rengi, dini inancı gibi özelliklerine dayalı olarak ayrımcılık yapılmayacağına dair Başkan John F. Kennedy’nin 6 Mart 1961 tarihli 10925 sayılı başkanlık kararnamesi ile atılmıştır57 . Pozitif ayrımcılığın kadınlara yönelik ilk adımı ise 1967 yılında 11246 sayılı kararnamede yapılmış olan değişiklikle gerçekleşmiştir. Bu değişiklik ile ırk, renk, din, etnik grup yanında cinsiyet kavramı da eklenerek kadınlardan akademide tam ve yeterli şekilde faydalanılması emredilmiştir58 .

ABD’de 1964 yılında Medeni Haklar Yasası’na göre, işverenler, çalışanlarını dil, din, ırk, cinsiyet gibi özellikler gözetmeksizin değerlendirmeye tabi tutmakla yükümlü olmuşlardır.

Pozitif ayrımcılığın tarihsel gelişimi incelendiğinde cinsiyet, istihdam, engellilik ve ırk bağlamında 1970-1980 yılları arasında BM sözleşmeleri ile şekillendiğini görmekteyiz59 .

Kadın-erkek eşitliği çalışmalarına yönelik politikalar üzerine somut çalışmalar, 1970’lerde uygulamaya giren fırsat eşitliği yasaları ile görünürlük kazanmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki 1970 öncesi feminist çalışmalar bu yasaların oluşmasında ve gelişmesinde büyük rol oynamıştır. 1970’lerde çıkan ilk yasa ise “Eşit Ücret yasası” olmuştur. (Özellikle 1970 de BM Eşit Ücret Sözleşmesi ile “eşit işe eşit ücret” alımı sağlanmıştır. Bu sayede kadın ile erkek daha eşit pozisyona gelmiştir.) Ancak yasal ve kurumsal düzenlemelere rağmen 1970’lerden günümüze kadar kadın ve erkeklerin gelirleri arasındaki farkın kapanması çok yavaş şekilde ilerleme göstermiştir. Ülkemizde DİSK’AR raporuna göre 2020 yılında kadın ve erkekler arasındaki gelir eşitsizliği büyümektedir. Rapora göre kadın ve erkekler arasındaki gelir farkı %20.7’ye yükselmiştir60 . (Özellikle 1970’te BM Eşit Ücret Sözleşmesi ile “eşit işe eşit ücret” alımı sağlanmaya çalışılmış ve bu sayede kadın ile erkek daha eşit pozisyona getirilmeye çalışılmıştır.) Konuya ilişkin Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın Defrenne-SABENA davası örnek gösterilebilir. Davada kadın başvurucu, benzer istihdam görevleri üstlendiği halde, erkek meslektaşlarına göre daha az ücret aldığından şikâyet etmiştir. Avrupa Birliği Adalet Divanı, bu durumun açıkça bir cinsiyet ayrımcılığı olayı olduğunu belirlemiştir. Bu karara ulaşırken, Birliğin hem ekonomik hem de sosyal boyutuna yer verdi ve ayrımcılık yasağının AB’nin bu hedefler yönünde ilerlemesine yardım ettiğini belirtmiştir61 .

Pozitif ayrımcılığa ilişkin tüm politikalar, kadınların erkekler ile eşit çalışma koşullarına sahip olması, eşit ücret alması, mesleki konularda ayrım yapılmaksızın kadınlara eşit yaklaşılmasına ve eşit siyasi katılım hakkına sahip olmalarına katkı sağlamaktadır.

II. Kadınların Siyasal Katılımına İlişkin Ulusal ve Uluslararası Sözleşmeler

Kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığına ilişkin ulusal ve uluslararası düzeyde uygulanan çeşitli politikalar ile kadınların konumlarının iyileştirilmesi amaçlanmıştır62 . II. Dünya Savaşı sonrasında gelişen insan hakları hukukunun inşasında siyasal katılım hakkı vazgeçilmez bir unsur olmuştur. Kadınların erkekler ile eşit haklara sahip olmalarına yönelik çalışmalar II. Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun çalışmaları ve uluslararası sözleşmelerin imzalanmasıyla daha da gelişme göstermiştir.

Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi gibi uluslararası kuruluşların çeşitli organları cinsiyete dayalı ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve kadınların siyasal ve ekonomik alanlara tam katılımını sağlayacak gerekli önlemlerin alınması konusunda önemli bir yere sahiptir63 .

BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, insan haklarının temel kaynaklarından biri olarak ilk kez siyasal katılım hakkına 21. maddede64 yer vermiş ve insan haklarının manevi anası olarak kabul edilmiştir65 . Ancak siyasi hakların kadın ve erkekler tarafından eşit olarak sağlanması için ayrı bir uluslararası sözleşme yapılması ihtiyacı doğmuş ve 1952 yılında “Kadınların Siyasal Haklarına İlişkin Sözleşmesi” kabul edilmiştir. Sözleşme, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve BM antlaşmaları hükümlerine uygun olarak kadınların da erkekler ile eşit şekilde siyasal haklarını kullanabilmelerini sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. Kadınların Siyasi Haklarına İlişkin Sözleşmesi’nin 1. maddesi66 ile kadınların hiçbir ayrım gözetmeksizin bütün seçimlerde oy kullanabileceği, 2. maddesi67 ile tüm kamu organlarına seçilme hakkı olduğu, 3. madde68 ile bütün kamu görevlerinde yer alabileceği hükümlerine yer verilmiştir69 . Böylece kadınların siyasi haklarını erkekler ile eşit şekilde kullanacağı ve temsil yetkisine haiz oldukları belirtilmiştir. 20 Aralık 1952 tarihinde kabul edilen Sözleşme 1959 yılında Türkiye tarafından da onaylanmıştır.

1975-1980 yılları arası BM tarafından “Kadın On Yılı” olarak ilan edilmiş ve Kadın On Yılının teması istihdam, eğitim, sağlık olarak belirlenmiştir70 . Kadın On Yılının ilk toplantısı 1975 yılında Meksika’da düzenlenmiştir. Toplantı da kadınlara ilişkin eşit seçme ve seçilme hakkına ve kadınların yerel, ulusal, uluslararası düzeydeki karar organlarına daha geniş katılımına yer verilmiştir. Bu konferans ile beraber üç büyük konferans düzenlenmiştir. İkinci konferans Kopenhag’ta yapılmış olup ilk on yılın değerlendirilmesiyle beraber kadınların durumlarının iyileştirilmesi amacıyla alınacak tedbirlere yer verilmiştir71 . Konferans sırasında “Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi/Convention on the Elimination of All Forms of Discrimination Against Women” kabul edilmiş ve Türkiye de bu sözleşmeyi 1985 yılında imzalamış, 1986’da yürürlüğe koymuştur72 . Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’nin 1. maddesindeki “kadına karşı ayrımcılık” tanımlarına atıfta bulunarak, ayrımcılığın tanımı yapılmıştır. Sözleşmenin 1. maddesi ile siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, kişisel veya diğer alanlardaki kadın ve erkek eşitliğine dayanan insan haklarının ve temel özgürlüklerin medeni durumuna bakılmaksızın kadınlara tanınmasını, kadınların bu haklardan faydalanmalarını ve kullanmalarını engelleme veya hükümsüz kılmayı amaçlayan veya bu sonucu doğuran her türlü ayrımın dışlama veya kısıtlama anlamına geldiği ifade edilmiştir (madde 1). Sözleşmeye taraf devletlere, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi için hukuki anlamda dâhil olmak üzere siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlar olmak üzere her alanda gerekli her türlü tedbirleri alma yükümlülüğü getirilmiştir. Ülkelerin, özel önlem uygulamalarını gerçekleştirmek amacıyla ulusal düzeyde yasal ve kurumsal düzenlemeleri yapmaları şarttır. Sözleşme’ye taraf olan ülkeler, Sözleşme gereklerini yerine getirmek amacıyla beş yılda bir bütün üye ülkelerin katıldığı dünya konferansları düzenleyerek ilkelerin nasıl hayata geçirilebileceğini görüşmektedirler73 .

BM Genel Kurul’u tarafından kabul edilmiş ve 1976 yılında yürürlüğe giren Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Sözleşme’nin 2. maddesi “Sözleşmenin iç hukukta uygulanması ve ayrımcılık yasağı” başlığını, 26. maddesi ise “hukuk önünde eşitlik” başlığını taşımaktadır. Sözleşme’nin 26. maddesi, “Herkes, hukuk önünde eşittir ve hiç bir ayrımcılığa tabi tutulmaksızın hukuk tarafından eşit olarak korunma hakkına sahiptir. Hukuk bu alanda her türlü ayrımcılığı yasaklar ve herkese ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir fikir ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet, doğum veya başka bir statü ile yapılan ayrımcılığa karşı etkili ve eşit koruma sağlar.” ifadesine yer vermiştir. Türkiye, Sözleşmeyi 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamıştır74 . Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Sözleşme’nin ayrımcılık yasağı ve eşitlik konusunda karar organı BM İnsan Hakları Komitesi’dir. Komite, Ekonomik ve Sosyal Konsey aracılığıyla, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na kendi faaliyetleri hakkında yıllık bir rapor sunar. Ayrıca Komite’nin İhtiyari Protokole taraf devletler aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyip, karara bağlamak yetkisi de bulunmaktadır75 . Komitenin ayrımcılık yasağı ve eşitlik konusunda da çeşitli kararları mevcuttur. Sözleşme’nin 26. maddesinin ise tek başına ayakta duran bir hüküm olma özelliği 1987 yılında Zwaan-de Vries - Hollanda başvurusunda tespit edilmiştir. Evli kadınların işsizlik yardımına başvurma konusunda (dar yorumlanarak yalnızca bir medeni ya da siyasi haktan değil de, bir ekonomik ya da sosyal haktan faydalanılmasında da) ayrımcılığa tabi tutulmaları sebebiyle bu maddeye ilişkin bir ihlal tespit edilmiştir76 .

1995 yılında Pekin Dünya Kadın Konferansı’na gelindiğinde ise kadınların eşit katılımı demokrasinin ve adaletin yanı sıra toplumsal gelişme ve barışın da temeli olarak ifade edilmiştir. Pekin Konferansı kadınların karar mercilerine ve karar alma süreçlerine eşit ulaşmalarını ve tam katılımlarını sağlayacak önlemler almayı hedeflemiştir. Hedeflere ulaşmak için ise çeşitli eylem planları uygulamıştır. Belirlenen eylem planlarının stratejik hedefi, kadınların yetkili ve güçlü mevkilere ve karar alma süreçlerine eşit ulaşmalarını ve tam katılmalarını sağlayacak önlemler almaktır77 . Eylem planına ilişkin politikalar; “Bütün hükümet ve kamu yönetimi pozisyonlarında kadınların sayısını arttıracak önlemler almak, gerekirse olumlu ayrımcılık uygulamak; ulusal karar alma mekanizmalarında kadınların kısa vadede %30, uzun vadede %50 katılımını sağlamak için özel önlemler almak; siyasi partilerde, seçim ve atama yoluyla belirlenen kamu görevlerinde kadınların erkeklerle aynı oranda ve aynı düzeyde değerlendirilmesini teşvik edici önlemler almak; kadınların toplumsal yaşama katılımı arttıracağını dikkate alarak aile yaşamıyla çalışma yaşamını uyarlayıcı önlemler almak; karar alma mevkilerine seçilecek kişiler için şeffaf kriterler uygulamak” şeklinde belirlenmiştir78 . Ayrıca kadınların haklarını savunabilecekleri ve karar organlarını etkileyebilecekleri asgari oran bilimsel araştırmalar ile %30 olarak kabul edilmiştir79 . Eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağına ilişkin önemli uluslararası belgelerden biri de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. 1950 yılında imzalanan ve 1953 yılında yürürlüğe giren AİHS, Avrupa düzeninin anayasası olarak kabul edilmiştir. Sözleşmeye Türkiye ise 1954 yılında taraf olmuştur. AİHS’nin uluslararası nitelikte yargısal bir denetim mekanizması kurması ve bireylere sağlanan güvenceleri yaptırıma bağlaması uluslararası hukuk açısından önemli bir özelliktir80 . AİHS’nin 14. maddesi ayrımcılık yasağı ve eşit davranma hakkına yer vermiştir. Söz konusu madde ile üye devletlere, sözleşmede öngörülen hak ve özgürlüklerden faydalanma konusunda, aynı statüdeki kişiler arasında, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal ya da diğer görüşler, ulusal veya sosyal köken, ulusal bir azınlığa mensup olma, servet, doğum veya herhangi bir diğer durum açısından hiçbir ayrım yapmama zorunluluğu getirilmiştir. Bu sebeple devlet ve onun adına yetki kullanan kamu görevlileri görevlerini yerine getirirken ve kişilerin hak ve özgürlüklerini kullanmasını temin ederken, ayrımcılık yapmadan herkese eşit şekilde muamele etmek zorundadır81 . Ancak 14. madde Sözleşmenin ve Protokollerin bağımsız hükümlerini tamamlayıcı niteliktedir. Bu nedenle ayrımcılık yasağı, bağımsız bir ilke değildir ve Sözleşme’nin ve ek protokollerin diğer hükümler ile birlikte ele alınmalıdır82 . Yani ayrımcılığa ilişkin şikâyetin Sözleşme tarafından korunan bir hak kapsamında olmalı ve diğer bir maddenin ihlal edilmesi gerekir. Sözleşme’de yer alan 14. madde, tanınan “hak ve özgürlüklerden yararlanma” anlamında bir hüküm ifade ettiği için tek başına uygulama alanına sahip değildir83 . Dolayısıyla 14. maddenin uygulanabilmesi için ayrımcılığa ilişkin şikâyetin Sözleşme’de korunan bir diğer hakkın kapsamına girmesi gerekmektedir84 .

AİHS’nin Ek 1 No.lu Protokol’ünün 1. maddesi ise siyasal hayata katılıma ilişkin bir düzenlenmeye yer vermiştir. AİHM’nin bu maddenin bireylere bir hak sağlamadığı yönündeki içtihadı85 zamanla değişmiş ve AİHM, bu maddenin sözleşmenin kapsamı ile birlikte yorumladığında “oy verme” ve “seçimlerde aday olma” hakkını içerdiğini ifade etmiştir. AİHM içtihatlarına ilişkin değinilmesi gereken önemli konulardan biri ise kadınların siyasal katılımına ilişkin AİHM başvurularıdır. Ancak AİHM içtihatları incelendiğinde, kadınların siyasal katılımına ve aday olmalarına ilişkin ayrımcılık konularında AİHM’ye yapılmış herhangi bir başvuru bulunmamaktadır.

Avrupa Konseyi sisteminde, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından, siyasal hayata katılımda kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasına yönelik birçok tavsiye kararı, strateji belgesi ve rapor bulunmaktadır86 . Son dönemlerde çıkan ve kabul edilen belgelerde Avrupa Konseyi üyesi ülkelere, anayasa ve seçim yasalarında cinsiyet eşitliğini sağlayıcı ve ayrımcılığı yasaklayıcı düzenlemeler yapması, seçim yasalarında kadınların parlamentoda yer almasını teşvik edici reformlar uygulaması, siyasi partilerin gönüllü cinsiyet kotalarını veya diğer pozitif önlemleri kabul etmesi olmak üzere üç konuda bildirimde bulunulmuştur. Avrupa Konseyi de, kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasına ilişkin çeşitli tavsiye kararları almakta ve üye ülkelerin bu kararlara uymasını beklemektedir.

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından da cinsiyet eşitliğinin sadece hukuken (de jure) değil aynı zamanda fiilen (de facto) sağlanması için kararlar alınmakta ve eylem planları kabul edilmektedir87 .

Avrupa Konseyi bünyesinde faaliyet gösteren Venedik Komisyonu, üye ülkelerin anayasa hukuklarına ilişkin önemli çalışmalar yapmıştır. Özellikle 2010 yılında “Seçim Sistemlerinin Kadınların Siyasete Katılımına Etkisi” raporunda kadınların siyasete katılımının önündeki engellere değinilmiştir. Ayrıca raporda cinsiyet kotasının nasıl uygulandığı ve hangi unsurların ülkelerdeki seçim sistemleri gibi uygulamaları etkinleştirdiğine yönelik Avrupa Konseyi üyesi ülkeler arasında karşılaştırma yapılarak tespitlerde bulunulmuştur. Avrupa Konseyi tarafından uluslararası hukuk çerçevesinde kadınlara yönelik ayrımcılığa karşı yeni mekanizmalar oluşturulup, önlemler alınmakta ve kadın-erkek eşitliği sağlanmaya çalışılmaktadır88 .

Türkiye’deki eşitlik düzenlemelerinin yapılmasında Birleşmiş Milletler, Uluslararası Çalışma Örgütü, Avrupa Birliği gibi mekanizmaların taraf olunan sözleşmeleri ve AB’ye uyum sürecinde uyulması gereken uyum ölçütleri etkili olmuştur.

Eşitlik ilkesi, Türk anayasa metinlerinde yer almaktadır. 1876 tarihli Kanun-i Esasi’nin 17. maddesinde herkesin kanun önünde eşit olduğu ifade edilmiş, 19. maddesinde de ehliyet ve yeteneklerine göre herkesin kamu görevinde bulunabilme hakkı tanınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasası olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 10. ve 11. maddelerinde seçme ve seçilme, 69. maddesinde ise kanun ününde eşitlik hakkına yer verilmiştir. 1961 Anayasası’nda siyasal eşitlik konusuna siyasi haklar ve ödevlerin düzenlendiği 4. bölümde yer verilmiştir. 1982 Anayasası’nın 10. maddesinde kanun önünde eşitlik ve 67. maddesinde siyasal eşitliğe ilişkin konular düzenlenmiştir.

1982 Anayasası’nın 10. maddesi89Kanun önünde eşitlik” başlığı altında, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu düzenlemiştir. 2004 yılında yapılan Anayasa değişikliği, kadınlara ilişkin pozitif ayrımcılık anlayışı yönünden büyük önem taşımaktadır. Eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddeye 2004 yılında yapılan değişiklikle “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” hükmü eklenmiştir. Eklenen bu fıkra ile insan hakları alanındaki gelişmeler doğrultusunda eşitlik ilkesini kuvvetlendirmek için kadınlar lehine pozitif ayrımcılık kuralı benimsenmiştir. Bu cümle aynı zamanda Anayasanın ruhunu, en azından kadınlar yönünden, demokratikleştiren bir yapıya sahiptir. Dönemin en büyük ve olumlu gelişmesi ise kadın erkek eşitliğine ilişkin devletin yükümlülüğünü hatırlatan hükmün Anayasa’nın 10. maddesine 2004 Anayasa değişikliği ile eklenmesi olmuştur.

2010 yılında Anayasa’nın 10. maddesin de yapılan bir diğer değişiklik ile “Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.” hükmüne yer verilmiştir. Yapılan değişiklik ile bu amaçla alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamayacağı ifade edilmiştir. Bu madde de pozitif ayrımcılık olarak yorumlanabilmektedir.

CEDAW’ın 3. maddesinde “Taraf Devletler özellikle politik, sosyal, ekonomik ve kültürel sahalarda olmak üzere bütün alanlarda, erkeklerle eşit olarak insan hakları ve temel özgürlüklerinden yararlanmalarını ve bu hakları kullanmalarını garanti etmek amacıyla kadının tam gelişmesini ve ilerlemesini sağlamak için yasal düzenleme dâhil bütün uygun önlemleri alacaklardır.” ifadesi yer almaktadır. Bu sebeple diğer alanlarda olduğu gibi iş hukukunda da eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağının gelişiminde, uluslararası hukuk düzenlemelerinin etkisi büyüktür90 .

İş Kanunu’nun 5. maddesi91 eşitlik ilkesi açısından kapsamlı ve ayrıntılı hükümler getirerek diğer yasalarda ve yine İş Kanunu’nda yer alan diğer hükümler dışında ayrıca pozitif ayrımcılığa dayanak oluşturacak ilkeler belirlemiştir92 . İş Kanunu’nun 5. maddesi “Eşit Davranma İlkesi” başlığı altında, işverenin eşit işlem borcunu kapsamlı bir şekilde düzenlemiştir. Anayasa’nın 10. maddesinin ve İş Kanunu’nun 5. maddesinin, eşitlik ilkesinden söz ederken bir yandan da cinsiyet ayrımı ve ayrımcılık yasağı getirdiği ifade edilebilir.

Türk Ceza Kanunu’nun 3. maddesi kanun önünde eşitlik ilkesine ilişkin şu düzenlemeye yer vermiştir: “Ceza Kanununun uygulamasında kişiler arasında ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, siyasal veya diğer fikir yahut düşünceleri, felsefi inanç, milli veya sosyal köken, doğum, ekonomik ve diğer toplumsal konumları yönünden ayrım yapılamaz ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınamaz.” TCK’nın, “Nefret ve ayrımcılık” başlıklı 122. maddesi açıkça ayrımcılık suçunu düzenlemektedir. Maddeye göre; “Dil, ırk, milliyet, renk, cinsiyet, engellilik, siyasi düşünce, felsefi inanç, din veya mezhep farklılığından kaynaklanan nefret nedeniyle; a) Bir kişiye kamuya arz edilmiş olan bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya kiraya verilmesini, b) Bir kişinin kamuya arz edilmiş belli bir hizmetten yararlanmasını, c) Bir kişinin işe alınmasını, d) Bir kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını, engelleyen kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Devlet Memurları Kanunu’nun 7. maddesinde; “Devlet memurları görevlerini yerine getirirlerken dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı yapamazlar” hükmü yer almıştır ve aykırı davranışlara disiplin cezası uygulanması öngörülmüştür.

2002 Türk Medeni Kanunu, 2004 Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun, Engelli Hakkında Kanun, Sendikalar Kanunu, Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu, 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu, 1739 Sayılı Milli Eğitim Kanunu, 2547 Yüksek Öğretim Kanununda da eşitlik düzenlemeleri ve ayrımcılık yasağına yer verilmiştir.