Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Mahremiyet Hakkı Nasıl İnsan Hakkı Hâline Geldi

How the Right to Privacy Became a Human Right

Oliver DIGGELMANN, Maria Nicole CLEIS, Jülide YAŞAR

Mahremiyet hakkı, iç hukukta genel kabul gören bir temel hak olmadan önce, uluslararası insan hakkı hâline gelmiştir. Devlet anayasaları, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda geliştirildiğinde, mahremiyeti sadece konut ve haberleşmenin dokunulmazlığı yönünden korumuştur. Bu makalede tam güvencenin – mahremiyet hakkı ya da kişinin özel hayatına saygı hakkı – nasıl meydana geldiği incelenmektedir. Makalede, mahremiyet hakkının dünya genelindeki ve Avrupa’daki oluşum süreci safha safha ortaya koyulmakta ve tam bir güvence oluşturmak için bilinçli bir karar olmadığı ileri sürülmektedir. Hakkın taşıdığı önem, ihdas edilirken büyük ölçüde hafife alınmıştır.

İnsan Hakları, Mahremiyet Hakkı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Medenî ve Siyasî Haklar Uluslararası Sözleşmesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi.

The right to privacy became an international human right before it was a nationally well-established fundamental right. When it was created in the years after World War II, state constitutions protected only aspects of privacy such as the inviolability of the home and of correspondence. This article analyses how the integral guarantee—the right to privacy or to respect of one’s private life—came into existence. It traces the drafting history on the global and the European level and argues that there was no conscious decision to create an integral guarantee. The right’s potential was dramatically underestimated at the time of its creation.

Humans Rights, Right to Privacy, Universal Declaration on Human Rights, International Covenant on Civil and Political Rights, European Convention on Human Rights.

Giriş1. II. Dünya Savaşı Sonrası İç Hukukta Genel Kabul Gören Bir Hak Mıdır?

“Mahremiyet hakkı”, herhangi bir devlet anayasasına dâhil edilmeden önce, uluslararası bir insan hakkı olarak tanındı.1 II. Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda, insan hakları sistemi tasarlanırken devlet anayasaları sadece, mahremiyetin bazı görünümlerini korudu. Bu tür güvenceler, örneğin, konutun ve haberleşmenin dokunulmazlığı ve klasik, vücudun makûl olmayan şekilde aranması meselesiyle ilgiliydi.2 Bununla birlikte, hiçbir devletin anayasasında, mahremiyet hakkıyla ilgili genel nitelikli bir güvence yoktu. Daha özel görünüşlerini kendi bütünselliği içerisinde – “mahremiyet” ya da “özel hayat” gibi bir “şemsiye terim”3 üzerinden – koruyan tam bir güvence o zamanlar bilinmiyordu.

Bu gelişme, son derece dikkat çekici ve olağandışıydı. Uluslararası insan hakları, liberal devlet anayasaları tarafından güvence altına alınan temel hakların özüdür.4 Bu haklar, genellikle, kabul görür hâle geldiğinde ve zamanı uygun olduğunda ulusal düzeyden uluslararası düzeye yükseltilir — tam tersi yönde değil.5 Mahremiyet hakkı konusunda, uluslararası güvence ulusal güvencelerden baştan beri daha kapsamlıydı. Hiçbir devlet anayasasında örneği olmayan yeni bir şey yaratılmıştı.

Uluslararası bir insan hakkının, iç hukukta genel kabul gören bir güvence hâline gelmeden önce tanınması nasıl mümkün olmuştur? Bu soru, iki nedenle özellikle ilgi çekicidir. İlk olarak, özellikle şemsiye kavramın farklı alanlarda uygulanmaya elverişli olmasından dolayı, mahremiyet hakkı yirminci yüzyılın ikinci yarısında uluslararası alanda etkileyici biçimde öne çıkmıştır. Bilgi teknolojisi ve elektronik medya çağımızda, tam güvence sunan mahremiyet hakkı kilit bir hak hâline gelmiştir. İkincisi, hakkın taşıdığı önem, kavramsal temeline ilişkin belirsizliklerle çelişmektedir. Mahremiyetin genel kabul görmüş bir “tanımı” mevcut değildir.6 Birbiriyle yarışan iki “temel görüş” bulunmaktadır. Mahremiyet, kişinin kendisiyle toplum arasında mesafe oluşturmakla, yalnız kalmakla (toplumdan ayrı kalma şeklinde mahremiyet) ilgilidir. Aynı zamanda, örneğin, intim ilişkilere veya toplumdaki itibara (onur [dignity] olarak mahremiyet) ilişkin temel sosyal normları korumakla da ilgilidir. Bu görüşler birbiriyle yarışır ve hatta kısmen çelişir.

Bizim için şu iki soru oldukça önem arz etmektedir: Neden II. Dünya Savaşı’ndan sonra tam bir güvence oluşturulmuştur? Tasarlanma süreci, mahremiyet hakkının kavramsal temellerinin açıklığa kavuşturulmasına katkıda bulunmakta mıdır? Bu soruları yanıtlamak için, mahremiyet insan hakkının hem dünya genelindeki hem de Avrupa çapındaki tasarlanma sürecini inceleyeceğiz. İlk olarak, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (İHEB) ve Medenî ve Siyasî Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin (MSHUS) hazırlık sürecine göz atacağız. Ardından, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (İHAS) hazırlanmasına odaklanacağız. Tam bir güvence oluşturulurken, mahremiyet hakkının potansiyelinin gerektiği ölçüde öngörülmediğini ileri süreceğiz.

İHEB, 1946-1948 yıllarında hazırlanmıştır. Başından beri, mahremiyetin şu veya bu şekilde güvence altına alınacağı açıktı. Bildirge’ye, mahremiyete ilişkin bir hükmün dâhil edilip edilmeyeceği meselesi tartışılmadı.7 Aşağıda, İHEB’in 12. maddesinin kodifikasyonunu adım adım izleyeceğiz. Hüküm nihaî şeklini almadan önce kodifikasyon sürecinde öne sürülen çok sayıda öneri ve değişikliğin altını çizeceğiz: