Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Anakronik Bir Tartışma: 
mülga Ölüm Cezasına İade-i İtibar

AN ANACHRONIC DISCUSSION: REVIVING THE ABOLISHED DEATH PENALTY

Öznur SEVDİREN

Özet: Ulusüstü insan hakları belgelerinin yaygın olarak benimsenmesi, cezaya daha önce izafe edilen kefaret ve genel önleme amaçları bağlamında tartışılan ölüm cezasının yaşam hakkı ekseninde değerlendirilmesini sağlamıştır. Avrupa Konseyi üyesi ülkeler açısından ölüm cezası ile ilgili Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek 6 ve 13 no.lu Protokol ile tezahür eden ilgacı yaklaşımın, ölüm cezası yasağını Avrupa’da en azından bölgesel olarak jus cogens bir kural haline getirme eğiliminde olduğu iddia edilebilir. Bu yaklaşım, devletlerin yaşam hakkı konusunda pozitif yükümlülüğü olduğunu vazeden anayasal kurallar ve anayasa yargısı içtihatları ile pekişmektedir. Avrupa’da Aydınlanma geleneği ile ortaya çıkan ve özellikle İkinci Dünya savaşı sırasında yaşanan ağır hak ihlallerine bir tepki olarak gelişen ölüm cezasını ilga eğiliminin bu konuda daha farklı bir istikamet takip eden Amerika Birleşik Devletleri’nde ancak sınırlı bir etkisi olmuştur. ABD’de ölüm cezası ile ilgili kanun koyucunun yaklaşımı hala kamuoyu yoklamaları ile belirlenmekte ve bu eğilimler Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin ölüm cezası ile ilgili kararlarını da ciddi biçimde etkilemektedir. Avrupa ve ABD arasındaki bu farklılık, geçtiğimiz günlerde, ‘idam’ cezasının tartışılabileceğini belirten siyasi iktidar tarafından, en az bu tespit kadar tartışmalı bir dizi gerekçe ile gündeme getirilmiştir. Bu çalışma, kamuoyunda ölüm cezası ile ilgili yapılan tartışmalarda temel tezleri ve bu bağlamda Avrupa’da ölüm cezasının ilga tarihi ve nedenlerini, Amerikan hukukunun ‘istisnailiğini’, Türk-Osmanlı hukukunun bu konudaki evrimi ile birlikte tartışmakta ve ölüm cezasının ilkesel olarak reddedilmesi gerektiğinin altını çizmektedir.

Anahtar Kelimeler: Ölüm Cezası, Yaşam Hakkı, Osmanlı Ceza Hukuku, Amerikan Hukuku, Aydınlanma Çağı.

Abstract: The emergence of supranational human rights instruments and their widespread acceptance has led to a shift in the discussion on the death penalty. Justified by such principal objectives of punishment as retribution and deterrence previously, the death penalty is now discussed from a perspective of the right to life. Expressed in their approval of Protocols 6 and 13 to the European Convention on Human Rights, it may well be argued that the prohibition of the death penalty has become a ‘regional’ jus cogens rule in international law, as far as European states are concerned. This abolitionist approach has been further reinforced by the constitutional norms entailing a positive obligation for states with regard to the right to life, and constitutional courts judgements. While the abolitionist movement emanated from the Age of Enlightenment ideas and drew stimulus from the reaction against grave violations of human rights during the Second World War in Europe, its effect in the United States appears to be rather limited. In the United States, the legislative decisions and constitutional pronouncements by the American Supreme Court have considerably been influenced by public opinion polls. Intriguingly, recently the difference between Europe and the United States in this respect has become an argument for a possible reintroduction of the discussion of the death penalty in Turkey, with a highly controversial background. In discussing the theses of the incumbent party, the legal history of the death penalty in Europe, the American ‘exceptionalism’ and the development and evolution of the Turkish-Ottoman law in this context, this study will highlight the need for a principled rejection of the death penalty.

Keywords: The Death Penalty, The Right to Life, Ottoman Criminal Law, American Law, The Age of Enlightenment.

I. GİRİŞ

Yaşam hakkına istisna getirilemeyeceği ve yaşam hakkını korumanın devletin pozitif ödevi olduğu yaklaşımının, en azından Avrupa Konseyi’ne üye ülkeler açısından bölgesel olarak uluslararası hukukta bağlayıcı örfi bir kural, jus cogens, haline gelme eğiliminde olduğu sıklıkla ifade edilmektedir.1 Ölüm cezasına2 ilişkin tartışma, aşağıda kimi detaylarıyla tartışılacağı gibi, uzun bir zamandır cezaya izafe edilen amaçlar bakımından bir ceza hukuku problematiği, ahlak sorunsalı veya etik bir soru olmaktan daha ziyade, temel hak ve özgürlükler çerçevesinde devredilemez ve vazgeçilemez bir hak olduğuna ilişkin a priori bir kabul3 ile belirlenmektedir. Ölüm cezasının devletin cezalandırma ve şiddet tekeline ilişkin dolayımsız bir mesajı4 bünyesinde barındırdığı açıktır. Bu itibarla, ölüm cezasının kaldırılmasının veya Carl Schmitt’in terminolojisi ile ‘istisna’ (Ausnahmezustand) hallerinde5 yeniden gündeme gelmesinin siyasal ve ideolojik tercih ve belirlenimler ile çok yakından ilgili olduğu ve dolayısıyla ölüm cezasının, reel politikanın manevra alanından çıkmasının pek mümkün olmadığı başlarken vurgulanmalıdır. Bu bakımdan Avrupa’da geride kalmış gibi görünen bir tartışmanın Le Pen gibi siyasi partiler aracılığıyla zaman zaman gündeme getirilmesi herhalde sürpriz değildir.6

Kuşkusuz, Türkiye’de ölüm cezası tartışmasını ilginç kılan ölüm cezasının pozitif hukuktan tamamen kaldırılması ile ilgili önemli adımlar atmış ana akım siyasi bir aktör tarafından gündeme getirilmiş olması idi. Hatırlanacağı gibi, tartışma, Sayın Başbakan’ın terör ve insan öldürme fiilleri bakımından ‘idam’ın da tartışılabileceği, devletin insan öldürme fiilleri bakımından affetme yetkisinin esasen olmadığı, Norveç’te 2011’de 77 kişinin ölümü ile sonuçlanan bombalama ve öldürme fiillerini gerçekleştiren Anders Breivik ile ilgili verilen cezanın yetersiz olduğu ve idam cezasının hâlen Amerika, Japonya ve Çin gibi bir dizi ülkede yürürlükte olduğu tespitleri ile başladı. Kamuoyunda çok boyutlu bir biçimde devam eden tartışma sırasında,7 Dış İşleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı Hükümet’in bu yönde bir çalışması olmadığını ifade ettiler.8

Ölüm cezası tartışmasının son tahlilde konjonktürel olduğu ve Türkiye’nin iç ve dış siyasetine ilişkin mesaj ve yönelimleri ima ettiği konusunda genel bir mutabakat olduğu söylenebilir. Özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde tam üyelik statüsünden imtiyazlı üyelik statüsüne geçmesinin tartışıldığı ve Birliğin kendi içinde yaşadığı sorunların çözümsüz kaldığı bir dönemde Avrupa Birliği müktesebatına aykırı bir deklarasyon herhalde Türk dış politikası bakımından bir tesadüf olarak değerlendirilemez.