Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Tutuklama Nedenlerine İlişkin Kanuni Karine Sistemi (Katalog Suçlar) Sorunu: Alman Hukuku ve AİHM Kararları Çerçevesinde Bir Değerlendirme

The Problematic of Statutory Presumption of the Existence of Grounds of Detention (Catalogue Offences): An Assessment from a Perspective of the Case Law of the ECtHR and German Law

Öznur SEVDİREN

5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100/3. maddesi belirli suçlar yönünden tutuklama karinesi ihdas etmiştir. Her ne kadar, bu düzenleme ile Alman hukukunda olduğu gibi, tutuklama tedbirine istisnai olarak başvurulması amaçlansa da uygulamada katalog suçlar yönünden tutuklama adeta kurallaşmış ve bir tür ön infaza dönüşmüştür. 4. Yargı Reformu Paketi olarak adlandırılan 7331 sayılı Kanun ile tutuklama uygulamasına ilişkin bazı düzenlemeler öngörülerek tutuklamanın istisnaen başvurulabilecek bir tedbir olması sağlanmaya çalışılsa da kanunun öngördüğü düzenlemeler bu türden bir dönüşümü sağlamaktan uzak görünmektedir. Bu çalışmada tutuklama karinesinin Ceza Muhakemesi Kanunu’ndan çıkarılması gerektiği savunulmaktadır. Konuyu 7331 sayılı düzenlemeler bağlamında ele alan çalışmada, Alman öğretisi ve uygulaması ile Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında tutuklamada katalog suçlar konusu değerlendirilecektir. Bu tartışma ışığında, AİHM’nin konu ile ilgili yerleşik içtihadını geliştirdiği Buzadji kararı ile hukukumuz bakımından kanuni karine sisteminin terk edilmesinin artık bir gereklilik olduğu savunulmaktadır.

Tutuklama, Katalog Suçlar, Kanuni Karine, Alman Ceza Muhakemesi Kanunu (Stpo), Özgürlük ve Güvenlik Hakkı.

For catalogue offences listed in Article §103 of the Turkish Criminal Procedure Code a statutory presumption of the existence of grounds for detention is provided. Despite the fact that with this provision, initially, it was intended that pre-trial and remand detention would be only applied as a last resort, in practice the problem of detention decisions without any relevant and sufficient reason has aggravated and detention become an instrument of ‘pre-execution’. With Law no 7331 entitled as Law Reform Package, the legislator aimed to limit the recourse to detention only on an exceptional, yet the provisions in the aforesaid law seems far from to translate such aspirations in practice. In this study, it is advocated that the statutory presumption of the existence of grounds for detention must be removed from the Criminal Procedure Code. In dealing specifically with the legal solutions entailed in Law no 7331, the German practice and doctrine, the case law of the European Court of Human Rights (the ECtHR) and the Turkish Constitutional Court are examined. In the light of this discussion, this study pleads for a repeal of the statutory presumption in the catalogue offences, which is after the Buzadji judgement of the ECtHR no longer in conformity with the European Convention.

Detention, Catalogue Offences, Statutory Presumption, The German Criminal Procedure Code (Stpo), The Right Liberty and Security.

I. Giriş

Ceza Muhakemesi Kanunu’nun tutuklama nedenini varsaydığı CMK m.100/3’te katalog halinde belirtilen suçlara ilişkin tutuklamanın uygulamada adeta kurallaştığı yaygın bir kabuldür.1 Esasen, mehazını Alman Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (StPO) 112/3. maddesinde olan bu türden bir katalog suç düzenlemesi ile, tutuklamanın temel hak ve özgürlükler açısından ancak istisnaen uygulanabilecek bir tedbir olarak uygulanmasının amaçlandığı ifade edilmektedir.2 Ancak, aşağıda ele alınacağı üzere, Alman hukukundaki düzenleme öğreti ve uygulamada son derece tartışmalıdır. Daha da önemli bir biçimde, Almanya’da Alman Ceza Muhakemesi Kanunu 112. maddesinin 3. fıkrası bakımından verilen tutuklama kararları bütün tutuklamaların %1,5 oranına tekabül etmektedir.3 Türkiye’de ise tutuklama nedenlerine dayalı bir istatistiksel ölçüm yapılmamakla birlikte, yazılı ve görsel medyadaki haberler, Anayasa Mahkemesi4 ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları (AİHM),5 isnat edilen suçun katalog suçlardan olması halinde, gerekçesiz ve kalıplaşmış yargı kararlarının yaygın olduğunu göstermektedir.6 Kuşkusuz, sorunun bu kadar çetrefil bir hal almasında Anayasa Mahkemesi’nin özellikle olağanüstü hal döneminde özgürlük ve güvenlik hakkı yönünden yaptığı yargısal denetimin yer yer kendi içtihadı ile de çelişecek bir yön kazanmasının payı bulunmaktadır.7 Ancak sorunun temelini halihazırda gerekçesiz tutuklama kararlarına dayanak teşkil eden söz konusu hükmün lafzından hareketle verilen tutuklama kararları oluşturmaktadır.

7331 sayılı yargı reformu kanunlarından biri olarak adlandırılan Kanun’un çıkışını tutuklamanın uygulamada istisnailiğini sağlayacak ve tutuklulukta geçen süreyi kısaltmayı amaçlayan Adalet Bakanlığı nezdinde yapılan bir dizi çalışma oluşturmuştur. 2018 yılında ilan edilen Yargı Reformu Strateji belgesinde tutuklamanın istisnailiği vurgulanarak, ancak zorunlu hallerde ve ölçülü bir tedbir olarak uygulanması tutukluluğun süresinin makul süreyi aşmaması gerekliliği hedef olarak benimsemiştir.8 7331 sayılı Kanun’un öngördüğü değişiklikler açısından da bu strateji temel gerekçe niteliğindedir. Ne var ki, kamuoyunda yarattığı beklentiye ve etkilerine rağmen katalog suçlara ilişkin tutuklamayı istisnai hale getirecek bir değişiklik ya da Strateji Belgesi’nin ifadesi ile ‘tutuklama tedbirine başvurulmasını zorlaştıracak” bir düzenlemeye gidilmemiştir.

Aşağıda 7331 sayılı Kanun’un tutuklamanın maddi şartları ve hukuki denetimi bağlamında getirdiği düzenlemeler ele alınacaktır. Tartışmanın merkezinde ‘otomatik’ tutuklama kararlarına neden olan CMK m.100/3’teki kanuni karine sistemi yer alacaktır. Konuyla ilgili kaynak niteliğindeki Alman öğretisi ve uygulaması da bu bağlamda incelenecektir. Keza, AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarında kanuni karine sistemine ilişkin tartışmalar detaylarıyla ele alınacaktır. Değerlendirme kısmında ise Kanun’un getirdiği düzenlemeler eleştirel bir biçimde değerlendirilecek ve uygulamada mevcut durumu iyileştirebilecek bir dizi öneride bulunulacaktır.

II. Tutuklama Tedbirinin Maddi Şartları

Yeni Ceza Muhakemesi Kanunu bakımından tutuklama kararı verilmesi için ön koşul ‘kuvvetli suç şüphesini gösteren somut deliller’ olarak belirtilmiştir. Maddenin ilk halinde bu şart ‘kuvvetli suç şüphesini gösteren olguların bulunması’ şeklinde ifade edilmiştir. Bu düzenleme ile 1412 sayılı CMUK’taki nispeten soyut ‘belirti’ kavramı yerine bir şüphenin varlığını gösteren olguların varlığının aranması ile keyfi tutuklamaların önlenebilmesi için ciddi bir güvence getirilmesi amaçlanmıştır.9 Ne var ki, uygulamada yaşanan sorunlar nedeniyle 2014 yılında 6526 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle ‘somut delil’ ölçütü getirilerek Kanun’un aradığı şüphe ölçütünü karşılamayan olaylarda tutuklama kararının verilebilmesi önlenmeye çalışılmıştır.

Öğretide kuvvetli şüphe, şüpheli veya sanığın, Kanunda suç olarak tanımlanmış bir eylemi gerçekleştirdiğine veya bu eyleme iştirak ettiğine ilişkin yüksek bir ihtimalin varlığı olarak tanımlanmaktadır. Centel, tutuklama için aranan eşiği tutuklamanın talep edildiği andaki delillere göre, kişinin fail veya suç ortağı olarak bir suçu işlediği konusundaki ihtimalin büyüklüğü ile açıklamakta10 ve mevcut delillerin tarafsız bir gözlemciyi bu hususta inandırmaya yetmesi gerektiği hususunu vurgulamaktadır.11 Yenisey ise, tutuklama için aranan şüphe kriteri yönünden iddianame düzenlenmesi için gereken %51 mahkumiyet oranından daha yüksek ama %100’e varmayan şüphe aralığında tutuklama kararı verilebileceğini belirttikten sonra şüphelinin atılı suçu işlediği konusunda %90 mahkumiyet olasılığı bulunması gerekli olduğunun altını çizmektedir. Yenisey’e göre bu bağlamda şüphenin delillendirilmesi ve tutuklama kararından gerekçelendirilmesi elzemdir.12 Aynı çerçevede diğer bir görüş de kuvvetli şüpheyi, kişinin isnat edilen suçu “kesinlik ölçüsünde işlediği ve kuvvetli bir olasılıkla yargılanıp ceza alacağı kanaatine varılması” olarak tanımlamaktadır.13

Bu yönüyle bakıldığında öğretide kuvvetli suç şüphesinin, suçun işlendiği yönünde yüksek bir ihtimalin varlığı olarak anlaşıldığı söylenebilir.14 Keza, birçok açıdan mehaz olarak kabul edilebilecek Alman Ceza Muhakemesi Kanunu md.112’deki kuvvetli şüphe (dringender Tatverdacht) suçun işlenmiş olduğu yönünde yüksek bir ihtimalin varlığı olarak anlaşılmaktadır. Bu bakımdan şüphe seviyesinin kamu davası açılması için aranan şüphe seviyesinden daha yüksek olduğu vurgulanmaktadır.15

Ancak Ceza Muhakemesi Kanunu’ndaki açık düzenlemeye rağmen, katalog suçlar söz konusu olduğunda CMK 100. maddede tedbirin uygulanması için gerekli seviyede şüphenin aranmadığı gözlemlenmektedir. Nitekim Adalet Bakanı ve Bakanlık bürokratları da kanunun hazırlık çalışmaları sırasında katalog suçlar söz konusu olduğunda uygulayıcıların otomatik olarak delil bulunduğu yaklaşımı ile hareket ettiklerini, dolayısıyla bu nedenle somut delilin bulunması gerekliliğine ilişkin bir şartın kanunda öngörüleceğini belirtmişlerdir.16 Bu nedenle 7133 sayılı Kanun ile uygulamadaki tereddütlerin giderilmesi amacıyla katalog suçlar yönünden de ‘kuvvetli suç şüphesini gösteren somut deliller’in arandığı gerekçede ifade edilmiştir.

Ancak, yine 7331 sayılı Kanun’un gerekçesinde de belirtildiği üzere zaten kanunda mevcut olan bir şartın CMK 100/3’e ilave edilmesi sorunu çözmede yetersiz kalmaktadır. Zira, buradaki mesele şüphe seviyesinin değerlendirilmesi olduğu kadar tutuklama nedenlerinin uygulamadaki yorumudur. Özellikle örgütlü suçlar muhakemesinde etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanan kişilerin verdikleri ifadenin çoğunlukla belirleyici delil olması Anayasa Mahkemesi kararlarında dahi bu türden ifadelerin yer yer muhtemel “manipülatif” içeriğine rağmen17 kuvvetli suç şüphesini gösteren delil olarak değerlendirilmesi,18 tanık dinletmede hak eşitliği ve tanığı sorgulama hakkı yönünden ortaya çıkan sorunlar, dijital delillerin elde edilmesine ilişkin hukuka aykırılık iddialarının dikkate alınmaması, bu türden delillere ilişkin yapılan bilirkişi incelemesi taleplerinin reddi,19 soruşturmalarda CMK m.153 yönünden etkili bir biçimde hukuksal denetim imkanını sınırlandıran kısıtlılık kararları verilmesi20 gibi çok yönlü sistemik bir sorunun bu şekilde çözülmesi mümkün görünmemektedir.

Diğer taraftan ‘somut delil’ ifadesine ilişkin vurgu, kamuoyunda özellikle cinsel suçlar yönünden cinsel istismar ve saldırı suçlarının failleri lehine bir uygulamaya dönüşeceği yönündeki kimi itirazları da gündeme getirmiştir. Hatta kanun taslağı, bu düzenlemenin istismarcıların tutuklanmasının zorlaştırılması anlamına geleceği ve bir kez daha mağduriyet kisvesi altında çocuk istismarcılarına af yaklaşımına hizmet edeceği şeklindeki sert eleştirilerin odağında olmuştur. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Sözcüsü “somut delil” şartının cinsel istismardan beyan yoluyla hapis yatan kişilerin tamamen beraat etmelerine yol açacağını belirtmiştir.21 Her ne kadar, kadının ve çocuğun beyanının somut delil olduğu yönünde yaygın bir kabul olsa da böyle bir düzenlemenin cinsel suçlar yönünden bir cezasızlığa neden olabileceği kadın örgütleri tarafından gündeme getirilmektedir.22 Bu itibarla, zaten mevcut olan bir şartın katalog suçlar açısından ilave edilmesinin yeni bir düzenleme olmaması bir yana kamuoyunda yanlış bir uygulamaya sebebiyet vereceği kaygısını yaratmıştır. Kuşkusuz, bu kaygıların temelsiz olup olmadığı da ancak daha uzun vadede anlaşılabilecektir.