Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Taşınır Mülkiyetinin Devren Kazanılmasında Sebebe Bağlılık (İllilik) Sorunu

The Problem of Causality (Reason) in Acquision of the Movable Ownership by the Way of Transfer of Title

Kudret GÜVEN

Taşınır mülkiyetinin devrinde sebebe bağlılık prensibinin kabul edilip edilmediği hukuk teorisinde tartışmalı bir konudur. Bu konuda kanunda özel bir hüküm bulunmadığı için çıkan bu tartışmanın Türk Medeni Kanunu’nun çeşitli maddelerinden yararlanmak suretiyle sona erdirilmesini amaçlayan bu inceleme ile taşınır mülkiyetinin devrinde de sebebe bağlılık ilkesinin kabulü gerektiği görüşü savunulmaya çalışılmıştır.

Taşınır Mülkiyeti, Sebebe Bağlılık Prensibi.

Whether causality principle about the transfer of ownership on movables is accepted or not is a discussable subject in law theory. This conflict comes out because of the fact that there is not a special article in the Turkish Civil Code concerning this dispute. This article is aiming to end this conflict, has a goal to mention the necessity of acceptance of causality principle in acquision of movable ownership, by the way of using several articles of the Turkish Civil Code, just like it is true about immovables.

Title Ownership, Causality Principle.

I. Genel Olarak

Taşınır mülkiyetinin devrinin geçerli olması için taşınmazlarda olduğu gibi (TMK m.1024-1025) geçerli bir hukuki sebebin bulunması gerekip gerekmediği (illiliği) sorunu doktrin ve uygulamada hala tartışılan bir konu olduğundan incelenmesinde yarar görmekteyim.

Tartışma, taşınır mülkiyetinde tasarruf işleminin geçerli bir kazanma sebebine dayanması gerektiği yolunda 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nda açık bir hükmün bulunmamasından doğmaktadır. TMK m.763: “Taşınır mülkiyetinin nakli için zilyetliğin devri gerekir.” hükmüne yer vermekle yetinmiş ve zilyetliğin devrinin geçerli bir hukuki işleme dayanması gerektiğine ilişkin başka herhangi bir düzenleme yapmamış olduğundan, konunun değerlendirilmesi bugüne kadar netleşmemiş; hala güncelliğini kaybetmemiştir.

Konunun önemi, taşınırlarda öncelikle mülkiyet hakkının korunması bakımından özellik taşımaktadır. Çünkü taşınır mülkiyetinde sebebe bağlılık ilkesi kabul edilecek olursa geçersiz bir kazanma sebebine bağlı olarak zilyetlik devredildiğinde mülkiyetin geçmediği kabul edilerek malikin açacağı istihkak davası ile malı geri alma hakkı doğacaktır. Buna karşın, taşınır mülkiyetinin sebebe bağlı olmadığı (soyutluk görüşü) kabul edilecek olursa, mülkiyetin zilyetliği kazanan kimseye geçeceği, malikin zilyetliği devralana karşı sadece sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre yöneltebileceği bir talep hakkı (TBK m.77 vd.) bulunduğu sonucuna ulaşılacaktır.

Görüldüğü gibi bu iki farklı görüş, hukuki ilişkinin farklı taraflarını korumaktadır. Sebebe bağlılık (illilik) görüşü, taşınırı devreden malik ve alacaklarını korurken, soyutluk görüşü, mülkiyeti kazandığına hükmolunacak devralanı ve alacaklarını korumaktadır. Bu nedenle hukuk, bu iki tarafın menfaat çatışmasına yol açan bir konuda kesin görüşünü belirlemek ve bundan böyle çıkacak çekişmelerde mutlak bir çözüm yoluna ulaşmak zorundadır.

Esasen sebebe bağlılık sorunu sadece mülkiyet hakkında değil, mülkiyetin dışındaki ayni haklar bakımından da hukuki tartışmalara konu olmaya müsaittir. Taşınırı konu edinen sınırlı ayni haklar bakımından da hukuki sebebin geçersiz olması halinde, malın zilyetliğinin devri yoluyla kurulan hakkın geçerli biçimde kurulup kurulmayacağı sorunu da benzeri bir değerlendirmeye açık görünmektedir.

Taşınır ve taşınmazlarda intifa hakkının kazanılması ve tescilinde, aksine düzenleme olmadıkça mülkiyete ilişkin hükümler uygulanacağına dair TMK m.795/II hükmü, konuyu TMK m.763’e atıfta bulunmak suretiyle çözmek yoluna gitmiş olduğundan, taşınır mülkiyeti bakımından yapılacak sebebe bağlı olup olmama yolundaki incelemenin sınırlı ayni haklar açısından yapılması da mümkündür.

İntifa hakkını düzenleyen TMK m.795/I’e göre: “İntifa hakkı, taşınırlarda zilyetliğin devri ile kurulur.” Taşınırlarda intifa hakkının kazanılmasında, aksine düzenleme olmadıkça mülkiyete ilişkin hükümler uygulanacağı düzenlenmiş (TMK m.795/II) ve bu konuda özel bir hükme yer verilmemiş olduğundan intifa hakkının devren kazanılmasında sebebe bağlılık esasının mı yoksa soyutluk görüşünün mü kabul olunduğu sorusu cevapsız kalmıştır. Başka bir anlatımla, TMK m.763/II’nin kıyasen uygulanması sonucunda bir taşınırın zilyetliğini iyiniyetle ve intifa hakkı sahibi olmak üzere devralan kimsenin, devredenin mülkiyeti devir yetkisi olmasa bile zilyetlik hükümlerine göre kazanmanın korunduğu hallerde (sahibinin elinden rızası ile çıkan taşınırlarda) şey üzerinde intifa hakkını kazandığı kabul olunduğu, bunun soyutluk görüşünü doğrulayan bir anlam ifade ettiği ileri sürülebilecek midir?

İntifa hakkının hukuki sebebi bir intifa sözleşmesi olabileceği gibi ölüme bağlı bir tasarruf da olabilir. Burada her iki tür hukuki işlemin de geçerli olması şartı aranmaktadır.1 Aksi takdirde, özellikle ölüme bağlı bir tasarrufla kurulan intifa hakkında, intifa hakkının geçersiz bir vasiyetname veya miras sözleşmesine rağmen zilyetliğin fiilen devredilmiş olması nedeniyle intifa hakkının kurulduğundan bahsedilecek olunursa mirasçıların şekle aykırılık halinde TMK m.557/IV uyarınca açma hakkına sahip oldukları ölüme bağlı tasarrufun iptali davası, hukuka aykırı biçimde engellenmiş hak arama özgürlükleri ihlal edilmiş olur. Bu nedenle, mülkiyet hakkı bakımından yapılacak tartışma ve ulaşılacak sonuçların, taşınırı konu edinen intifa hakları bakımından da büyük önem taşıdığı ifade edilmelidir.

Yine belli bir alacağı teminat altına almak üzere borçluya veya üçüncü şahsa ait bir taşınırın alacaklıyı teslimi suretiyle kurulan teslimi zorunlu rehin (TMK m.939/I) bakımından da sebebe bağlılık prensibinin tartışmaya açık olduğu söylenebilir. Çünkü TMK m.939/II: “Rehnedende tasarrufta bulunma yetkisi olmasa bile, rehin konusu taşınıra iyi niyetle zilyet olan kimse, zilyetlik hükümlerine göre edinimi korunduğu ölçüde rehin hakkı kazanır.” hükmüne yer vermiştir. Bu suretle, rehin verenin tasarruf yetkisinden yoksunluğu nedeniyle rehin sözleşmesi geçersiz olsa bile rehinli taşınır, alacaklının hakimiyet alanına sokulmuş ise rehnin geçerli biçimde kurulmuş sayılacağı öngörülmüştür.

Bu hükmün taşınır üzerindeki rehin hakkının kazanılmasında sebebe bağlılık esası ile çeliştiği ve soyutluk görüşünü desteklediği söylenebilirse de bunun istisnai bir hali düzenlediği unutulmamalıdır. Bir kere söz konusu madde, TMK m.3 ile düzenlenen iyiniyet kuralının tipik uygulama örneklerinden bir tanesidir ve iyiniyetle ayni hak kazanımına olanak sağlar. Burada tasarruf yetkisi bulunmayan bir kimseden rehin alan her zilyedin korunması söz konusu olmayıp taşınırı iyiniyetle rehin olarak kabul eden zilyedin geçersiz sözleşmeye rağmen rehin hakkını kazandığı kabul olunmaktadır. Ayrıca bu hükümde, her geçersizlik hali değil, sadece tasarruf yetkisi yokluğu nedeniyle meydana gelen geçersizlik ele alınmıştır. Örneğin, sınırlı ehliyetsizin rehin verdiği bir taşınırın iyiniyetli alacaklıya rehin amacıyla teslim edilmesi halinde, yasal temsilcisinin izni veya onayı olmadığı için sözleşme geçersiz olmasına rağmen (TMK m.451) rehin hakkı kazanılmıştır sayılacaktır. Bu itibarla, teslimi zorunlu rehin bakımından TMK m.939/II’nin soyutluk görüşünün kabul edildiğine ilişkin referans olarak gösterilmesi mümkün değildir.

II. Sebebe Bağlılık - Soyutluk Görüşü Ayrımı

Sebebe bağlılık görüşü, sebebe bağlılık veya illiyet prensibi ile özdeş kabul edilen bir olgu olarak hukuk alanında yerini almıştır. Bir hukuki işlemin, kendisinden önce gerçekleşen bir başka işlem ile sebep-sonuç ilişkisi içinde olmasına “sebebe bağlılık prensibi” adı verilir. Haksız fiil alanında da kullanılan “nedensellik kavramı” ile karıştırılmaması için sözleşme alanındaki nedensellik, daha çok “sebebe bağlılık” şeklinde ifade olunur.

Sebebe bağlılık kavramı, işlemde güvenilirlik ilkesine hizmet etmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Bu kavram, bir hakkın kazanılmasını sağlayan tasarruf işleminin temelinde yatan borçlandırıcı işlemin geçerli olup olmamasına göre hukuki tedbir geliştirmek ve hak sahiplerini korumak amacına hizmet etmektedir. Bu suretle hak sahipleri kazandıkları hakkın geçerli bir kazandırma sebebine dayanmasına özen göstermekte, ortada geçerli bir işlem temeli (borçlandırıcı muamele) yoksa bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalmaktadır.

Kazandırma sebebinin geçerliliği, tıpkı bir binanın ayakta kalması için sağlam temele oturtulması gerektiği örneğinde olduğu gibi, yapılan tasarruf işleminin geçerliliğini de etkilemektedir.

Bu nedenle hukuk düzeni, önemli gördüğü işlemlerde sebebe bağlılık kavramını ve görüşünü açık bir hükümle kabul etmiştir. Taşınmaz üzerindeki mülkiyetin veya sınırlı ayni hakların geçerli biçimde devren kazanılması, tasarruf işlemi olan tescilin dayandığı hukuki işlemin (borçlandırıcı işlemin-taahhüt muamelesinin) geçerli olmasına bağlanmıştır. Bu nedenle bağlayıcı olmayan bir hukuki işleme dayanan veya hukuki sebepten yoksun bulunan tescil, yolsuz (geçersiz) sayılmaktadır (TMK m.1024/II). Yolsuz tescil, geçerli bir hukuki sebebe dayanmadığı için sınırlı ayni hakkı bir başkasına geçerli biçimde geçirmemekte; sadece şekli bir anlam ifade etmektedir. Bu nedenle ayni hakkı zedelenen kimse, tapu sicilinin düzeltilmesi davası açarak yolsuz tescilin silinmesini sağlayabilmektedir. (TMK m.1025)

Yine bazı özel kanunlarla düzenlenen mülkiyet hakkı kazanımlarında da hukuki sebebin geçerli olmasının şart koşulduğu görülmektedir. 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu m.20/a hükmü gereğince öngörülen resmi şekle uyulmaksızın haricen satılan motorlu aracın mülkiyetinin devri geçersizdir. Nitekim kesin hükümsüzlükle (mutlak butlanla) geçersiz olan bu sözleşmeden taraflar için hak ve borç doğmayacağı için, trafik siciline yapılan tescile rağmen mülkiyetin satın alana geçmeyeceği kabul olunmaktadır.2 Hatta geçersiz satış sözleşmesinin teminatı olarak verilen senedin de alıcıya iadesi gerektiğine hükmolunmaktadır.3 Bu görüşten hareketle yine TMK m.940/II uyarınca kurulan teslimsiz ve sicilli motorlu taşıt rehninde taraflar arasında geçerli olarak yapılmış bir rehin sözleşmesi olmaksızın yalnızca trafik siciline tescil ile ortaya çıkan rehin hakkı, gerçek hak durumuna uygun düşmeyen (yolsuz) bir tescile dayanır ve yolsuz tescilin düzeltilmesi talebini haklı kılar.4

İsviçre Federal Mahkemesi’nin kabul ettiği ve halen sürdürdüğü görüşüne5 paralel olarak İsviçre ve Türk doktrininde çoğunluğun taşınır mülkiyetinin devrinde sebebe bağlılık prensibini kabul ettiği görülmektedir.6 Sebebe bağlılık görüşü sadece işlem tarafını değil, iyiniyetli olmak kaydıyla üçüncü kişileri dahi korumaktadır. Nitekim yolsuz tescile dayanarak ayni hak kazanan iyiniyetli üçüncü kişilerin bu tescile dayanarak kazandıkları ayni haklar ve her türlü tazminat talep hakları da saklı tutulmaktadır. (TMK m.1025/II)

Esasen ayni hakların kazanılmasında geçerli bir hukuki sebebin aranması görüşü, kaynağını sözleşmeyi esas alan ve zilyetliğin devrinin sadece açıklığı sağlayan bir unsur (Publizitatsmittel) olarak kabul eden anlayıştan almaktadır. Nitekim ormanda kesilmiş ve yolda istiflenmiş kütüklerin satışında (açık zilyetlik hallerinde/offene Besitzlage) alıcıya teslim edilmeyen ancak taşınmasına izin verilmiş olan ürünlerin mülkiyeti, sözleşmenin geçerli olması şartıyla satın alana devredilmiş kabul olunmaktadır.7 Açıklık ilkesinin önemsenmediği sistemlerde (Alman BGB § 929; Fransız CC. Art.1583; İtalyan CC. Art.1376) ayni hakkın devrini içeren sözleşmenin (ayni sözleşme) meydana gelmesiyle birlikte geçtiği kabul olunmaktadır.

Soyutluk görüşü,8 nedensellik görüşünün karşıtı olarak kabul edilen bir anlayışa dayanır. Mülkiyeti nakleden hukuki işlemin, dayandığı borçlandırıcı işlemden bağımsız olarak varlığını geçerli biçimde sürdürebilmesi anlamına gelen bu görüş, borçlandırıcı işlemin geçersizliğine rağmen devredilen hakkın geçerli kabul edilmesini sağlamaktadır.

Taşınır mülkiyeti bakımından önem taşıyan bu görüşün kabulü ile, borç ilişkisini kuran borçlandırıcı işlem (taahhüt sözleşmesi) ve borcun ifa edildiği aşamayı oluşturan tasarruf işlemi (ayni sözleşme) arasında herhangi bir organik bağ kurulmamaktadır. Her iki işlem birbirinden bağımsız olarak düşünülmekte, bu nedenle borçlandırıcı muamelenin geçersizliğinin, tasarruf işleminin geçerliliğini etkilemeyeceği kabul edilmektedir. Bu bağlamda bir hakkın kurulması ve kazanılmasında sadece tasarruf işlemi önem taşımakta, onun temelinde yatan borçlandırıcı işlemin veya bu işlemin geçersiz olmasının tartışılabilir bir hukuki değerinin bulunmadığı düşünülmektedir.

Borçlandırıcı işlem ister geçerli ister geçersiz olsun, yapılan tasarruf işlemi ile hakkın devredildiği ve işlemin diğer tarafının hakkı geçerli biçimde kazandığı kabul olunmaktadır. Hatta, herhangi bir borçlandırıcı işlem yapılmamış bulunsa bile, salt tasarruf işleminin gerçekleşmesiyle hak kazanılmış sayılmaktadır. Yeni hak sahibine karşı istihkak davası açılamamakta, sadece sebepsiz zenginleşme sebebiyle TBK m.82’de yer alan zamanaşımı süresi içinde dava açmak mümkün olabilmektedir (TBK m.77).

Soyutluk görüşü, hukuk sistemimizde düzenlenen bir hüküm ile desteklenmemektedir. Bu görüş doktrinde, dayanağı hukuki ilişki geçersiz olsa dahi yapılan tasarruf işlemi ile hak kazananı koruyan bir sistemi benimsediği gerekçesiyle kısmen taraftar bulmaktadır. Ancak bu görüşü benimseyenlerin, sözü edilen korumanın Türk Medeni Kanunu ve Türk Borçlar Kanunu hükümlerinin sözü ve ruhu itibariyle ne ölçüde bağdaştığı hususunu yeterince incelemeksizin bir sonuca ulaştıkları görülmektedir ki bizi de bu konuyu ele almaya sevk eden etken de bu olmuştur.

Alman Hukukunda kural olarak “soyutluk görüşü” benimsenmiştir. Alman Medeni Kanunu olan BGB § 929 (1): “Taşınır bir malın mülkiyetinin devri için mal sahibinin eşyayı kazanana vermesi ve her ikisinin de malın devri konusunda anlaşmaları gerekir. (2) Kazananın eşyanın zilyedi olması mülkiyetin nakledilmiş sayılması için yeterlidir” hükmünü haizdir.9 Burada da mülkiyetin nakli için, tarafların mülkiyetin nakli konusunda iradelerini birleştirmeleri şartıyla zilyetliğin devrinin yeterli olduğu esası düzenlenmiş ve bu işlemin sebebe bağlı olup olmadığı veya soyut bir işlem olduğu konusunda görüş oluşturmaya yarayacak başka bir düzenleme yapılmamıştır.

Alman hukukçuların kanunun sözünden hareketle kabul ettiği soyutluk esası kendi içinde tutarlı bir anlayış ifade etmektedir. Çünkü soyutluk görüşü Alman Hukukunda, sadece taşınır mülkiyetinin devren kazanılmasında değil, taşınmaz mülkiyetinin devren kazanılmasında da kabul görmektedir (BGB § 873) ve bütünlüğü sağlamak bakımından Alman hukuk mantığına ters düşmemektedir.10

Kaldı ki, üç halde soyutluk prensibinden vazgeçildiği görülmektedir. Bunlardan birincisi, iptal veya hükümsüzlük sebeplerinin borçlandırıcı işlemle tasarruf işlemlerinden her ikisinde de ortaya çıktığı hallerdir. İkinci hal, BGB § 455 ile düzenlenen ve satıcı tarafından tayin edilen süre içinde alıcıya deneme ve inceleme yetkisi tanındığı hallerde kabul beyanının bu süre içinde yapılması gerektiği, bu konuda sessiz kalmanın kabul anlamına geldiği konusunda taraflar arasında bir tereddüt doğmuşsa, mülkiyetin satış bedelinin tamamının ödenmesi şartıyla kazanılmış sayılacağı hallerdir. Üçüncüsü ise, BGB § 139’a11 göre borçlandırıcı işlem ve tasarruf işleminin bir arada yapıldığı (işlem birliğinin - Geschaftseinheit) bulunduğu haller olarak ifade edilmiştir.12