Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Dolaylı Temsil Yetkisiyle Hareket Eden Vekilin Edindiği Taşınmazı Müvekkile Verme / İade Borcu

Duty of Restitution on the Real Estate Acquired by the Agent’s Representative Authorization

Hülya ATLAN GÜRER

I. GENEL BAKIŞ

Bir hukuki işlemin dolaylı temsil yetkisini içeren vekâlet yoluyla yapılmasının temelinde, dolaylı temsil olunanın (müvekkilin) ismini gizleme gereği olabileceği gibi, dolaylı temsil yetkisi olan vekilin alışveriş hayatındaki kredisinden yararlanmak, hukuki işlemleri kolaylaştırmak gibi başka bazı nedenler de yatabilir.1 Böylece dolaylı temsil yetkisiyle hareket eden vekil, müvekkil hesabına, fakat kendi adına üçüncü kişi ile hukuki işlem yapar. Dolaylı temsilci vekil, taşınır veya taşınmaz üzerindeki hakkı üçüncü kişiden bizzat kendisi kazanır. Ancak dolaylı temsilci vekil, kazandığı bu hakları, uygun olan hukuki işlemle müvekkile geçirmekle yükümlüdür.2 Vekilin, vekâletle ilişkili olarak aldıklarını müvekkile verme borcu, vekâlet sözleşmesinin yasal sonucudur (TBK m.508).3 İradi olarak tapuda tescil talebinde bulunmak suretiyle taşınmazın mülkiyetini müvekkile geçirmekten kaçınan vekile karşı müvekkil, taşınmaz mülkiyetinin kendisine devrini sağlamak üzere tescile zorlama davası açabilecektir (TMK m.716).4 Esasında müvekkil, üçüncü kişilerdeki alacak hakkını bizzat üçüncü kişiye karşı ileri sürebilme imkânına da sahiptir. Gerçekten TBK m.509/1 hükmüne göre, vekilin dolaylı temsil vekâletiyle üçüncü kişilerden elde ettiği alacak hakkı, vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda kendiliğinden müvekkile geçecektir. Bu halde alacağın kanuni devrinden söz edilir.5 Böylece müvekkil, dolaylı temsil yetkisi olan vekilin kendisine devretmekle yükümlü olduğu üçüncü kişilerdeki alacağı başkasına devretme veya vekilin kendi alacaklılarının bu alacağa el koyma tehlikesine karşı korunmuş olur.6 Ne var ki uygulamada taşınmaz mülkiyetinin devrine ilişkin borçlandırıcı işlem ile tasarruf işleminin birbiri ardınca yapıldığı göz önünde bulundurulduğunda, bu hükme başvurmanın pek de olası olmadığı söylenebilecektir. Taşınmazın vekil adına tescili tapuda derhal gerçekleşeceğinden, müvekkilin taşınmazın mülkiyetinin kendisine devredilmesini sağlayabileceği tek imkân, TBK m.508 hükmünden doğan alacak hakkına dayanarak tescile zorlama (icbar) davası açmak olacaktır. TBK m.716 hükmüne göre tescile zorlama davası açarak taşınmaz mülkiyetinin devrinin istenebilmesi için, mutlaka devir borcuna esas teşkil eden bir hukuki sebep olmalıdır. Dolaylı temsil yetkisi olan vekilin taşınmazın mülkiyetini müvekkile geçirme borcunun hukuki sebebini de vekâlet sözleşmesi oluşturur.7

Taşınmaz mülkiyetinin dolaylı temsil vekâletine dayanılarak edinilmesi birtakım pratik ihtiyaçları karşılamaktaysa da bu tür işlemler ancak, hukuk düzeni izin verdiği ölçüde hüküm ve sonuç doğurabilir. Ne var ki yargı uygulamasında, muvazaalı, kanuna karşı hile oluşturan birtakım işlemler, vekâlet veya inançlı işlem adı altında geçerli kabul edilmektedir. Özellikle inançlı işlem kavramının; muvazaa,8 kanuna karşı hile, dolaylı temsil yetkisi veren vekâlet9 kurumlarını içine alacak biçimde torba bir kavram olarak kullanıldığı göze çarpmaktadır.10 Vekâlet sözleşmesine veya inançlı işleme dayanılarak bir talepte bulunulabilmesi, her şeyden önce tüm hukuki işlemlerde bulunması gereken geçerlilik koşullarının varlığını gerektirir. Vekâlet sözleşmesi veya inançlı işlem, muvazaa, irade sakatlığı gibi bir nedenle geçersiz ise, uyuşmazlık söz konusu hükümsüzlük halinin tabi olduğu hukuki rejime göre çözülür. Geçerli bir hukuki işlem söz konusu ise, bu kez bunun bir vekâlet sözleşmesi mi, yoksa inançlı işlem niteliğinde mi olduğunun belirlenmesi gerekir. Bazı hallerde bu ayırımı yapmak güç olmakla birlikte, çeşitli yönlerden hukuki sonuçlar farklı olacağından, vekâlet sözleşmesi ile inançlı işlem arasındaki farkın ortaya konulması gerekir.

II. DOLAYLI TEMSİL YETKİSİ VEREN VEKÂLETİN İNANÇLI İŞLEM İLE İLİŞKİSİ

İnançlı işlem; inananın (veya üçüncü kişinin) bir hakkı inanılana tam ve ciddi olarak geçirdiği; inanılanın ise, bu hakkı aralarındaki inanç anlaşmasına göre kullanıp, belirlenen amaç gerçekleştikten veya süre sona erdikten sonra inanç konusunu inanana veya bir üçüncü kişiye devretme yükümlülüğünün olduğu bir hukuki işlemdir. İnanılana tam bir mülkiyet devri yapılmakla birlikte, inanç anlaşmasıyla, bu mülkiyet hakkının kullanılması sınırlandırılmış ve belirli bir süre geçtikten veya amaç gerçekleştikten sonra edinilen hakkın inanana iadesi veya üçüncü bir kişiye devri yükümlülüğü yüklenmiştir. Bu işlemle, belirli bir amaç çerçevesinde ya belli bir süre için bir iş görmek ya da teminat sağlamak amaçlanır.11

İnançlı işlem, inanç konusunun inanılana devrine ilişkin olan ve tasarruf işlemi biçiminde ortaya çıkan kazandırıcı bir işlem ile bu devir işleminin dayanağı olan inanç anlaşmasından oluşur. Bir inanç anlaşmasından söz edebilmek için taraflar, inanç ilişkisinin süresi ve amacı, hak kullanılırken uyulacak koşullar, inanç konusunun iadesi konularında anlaşmış olmalıdırlar. İnanç konusunu devir borcunun dayanağı olan inanç anlaşmasının çerçevesi az çok belirlenmiş olmalıdır.12 Aksi halde devre ilişkin her işlemi inançlı işlem kapsamına dâhil etmek mümkün olurdu. Ne var ki inançlı işlemlere ilişkin esas sorun, hukukumuzda bu tür işlemlerin tanınmamasından kaynaklanmaktadır. Hele ki inançlı işlemin konusu bir taşınmaz ise, tapu müdürlüklerinde inanç anlaşmasını tescile temel oluşturacak bir sözleşme olarak kabul ettirmek pek olanaklı olmayacaktır. Bu nedenle, gerçekte inanç anlaşması yapmak isteyen taraflar, uygulamada kabul görmeyen bu işlem yerine satım sözleşmesi akdetmektedirler. Bu halde ise sözleşme, sadece inananın taşınmazı devir borcunu içerir. Buna karşılık, inanılanın, zamanı geldiğinde taşınmazı geri verme yükümlülüğü bu sözleşmede yer bulmaz. Hâlbuki inanç anlaşması hukukumuzda varlığını kabul ettirebilmiş olsaydı, inanılanın da zamanı geldiğinde taşınmazı inanana geri verme borcu bu işlemde açıkça yer alacak ve ayrıca bir resmi senet düzenlettirilmesine gerek kalmadan taşınmazın iadesi sağlanabilecekti.13 Açıkça inançlı işlem yapılmasının yolu kapalı olunca satım sözleşmesi yapmaya mecbur kalan tarafların muvazaalı işlem yapmalarına göz yumulmuş olunmaktadır. Gerçekten inançlı işlem yapma arzusuna rağmen satım sözleşmesi yapılınca, satım sözleşmesi muvazaalı, inançlı işlem ise şekle aykırılık nedeniyle geçersiz hale gelir. Ancak bu tür işlemlerin geçersiz sayılması gerçek duruma uymadığından, sorun yargı uygulaması ve doktrin yardımıyla aşılmaya çalışılmış, bu tür işlemlerin geçerli olduğu kabul edilmiştir. Gerçekten Yargıtay’ın 1947 tarihli İBK’ye14 dayandırdığı istikrar kazanan kararları, yazılı delille ispatlanması koşuluyla tüm inançlı işlemlerin geçerli sayılması yönündedir.15 Hatta inançlı işlemin varlığı, ikrar veya yemin gibi kesin delillerle de ispatlanabilecektir. Böylece, inançlı işlemin muvazaa ve şekle aykırılık nedeniyle geçersiz kılınması, “yanlış belirtme zarar vermez” (TBK m.19) kuralıyla engellenmek istenmektedir.16 Pratik ihtiyaçlar sonucu kendisini uygulamaya ve doktrine kabul ettiren inançlı işlem, dolambaçlı yollarla ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Varlığını böylece kabul ettirmiş olan inançlı işlemin kurallarının belirginleştirilmesi ve belirsizlikten kurtarılabilmesi için kanuni bir düzenlemenin yapılması zorunlu gözükmektedir.17 En azından, alternatif bir teminat aracı olarak sıklıkla başvurulan karma inançlı sözleşmelerin tipik bir sözleşme olarak kabul edilip çerçevesinin belirlenmesi gerekmektedir.

Vekâlet sözleşmesi karşısında inanç konusunu devir borcunun dayanağı olan inanç anlaşmasına bağımsız bir hukuki nitelik kazandırmanın gereği ve yerindeliği konusunda farklı fikirler ileri sürülebilir. Doktrindeki genel eğilim, inanç anlaşmasını kendine özgü (sui generis) bir sözleşme olarak görür.18 Ancak teminat sağlama amacının ön planda olduğu inançlı işlem türlerinden karma inançlı işlemler yönünden inanç anlaşmasının kendine özgü bir sözleşme olduğu19 kolaylıkla savunulabilirse de yönetim / idare amacının ön planda olduğu saf inançlı işlemlerde inanç anlaşmasının vekâlet sözleşmesinden farkını ortaya koymak güçtür. Özellikle vekâlete ilişkin hükümlerin, kanunda düzenlenmeyen iş görme sözleşmelerine niteliğine uygun düştüğü ölçüde uygulanacağını öngören Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 502/2 hükmü karşısında, saf inançlı işlemler yönünden inanç anlaşmasını gerçek anlamıyla bir vekâlet sözleşmesi olarak nitelendirmek mümkündür. Buna karşılık doktrindeki baskın görüş inanç anlaşmasını; bağımsız niteliği ön plana çıkmış, vekâleti aşacak biçimde mülkiyetin karşı tarafa tam olarak geçirilmesi taahhüdünü içeren bir sözleşme olarak nitelendirdiğinden, vekâlet hükümlerinin ancak niteliğine uygun düştüğü ölçüde uygulanabileceği kabul edilmektedir.20 Buna göre özellikle inanılanın göstermesi gereken özen borcu yönünden kıyasen uygulanacak hükümler belirlenirken, inanç anlaşması ile güdülen amacın ve tarafların çıkarının göz önünde bulundurulması gerekir.21

İnanç anlaşmasının hukuki niteliğine ilişkin söz konusu ayrışmanın yanı sıra, ezelden beri yürütülegelen bir tartışmaya özellikle yer vermek gerekir. Buna göre, inançlı işlemin taraflarını sadece inanan ve inanılan mı oluşturur? Başka bir ifadeyle, inançlı işlemde borçlandırıcı işlemle tasarruf işleminin tarafları aynı mı olmalıdır? Yoksa inanç konusunu üçüncü bir kişinin malvarlığından edinmek mümkün müdür? Genel kabule göre üçüncü kişilerden kazanılan haklar ve alacaklar da inançlı işleme konu olabilir.22 Bu kabul, dolaylı temsil vekâletiyle inançlı işlem arasında çeşitli yönlerden ayırımlar yapılması gereğini doğurmuştur. Bu konuda özellikle süre yönünden bir farklılık olduğu üzerinde durulmuştur.23 Keza bağımsız hareket etme unsurunun da aradaki farkı belirginleştirmede başvurulabilecek bir ölçüt olabileceği belirtilmektedir. Taşınmaz üzerinde devralan lehine bağımsız bir hareket alanı bırakılmışsa, ona yönetim ve karar alma yetkileri tanınmışsa, inançlı işlemin varlığından bahsetmek gerekir. Buna karşılık, taşınmaz sadece başkasına devredilmek üzere devralınmışsa, artık inançlı işlemden değil, olsa olsa dolaylı temsil vekâletinden söz edilebilir.24 İnançlı işlemde söz konusu olan sadece bir hakkın devri değil, az çok süreklilik arz eden bir ilişkinin organize edilmesidir. İnançlı işlemin ayırt edici özelliği, bir amaç etrafında şekillenmiş olmasıdır. Oysa kazanılan hakkı muhafaza etmek ve tarafların belirlediği çerçevede kullanmak, dolaylı temsilcinin görevi değildir. O, hakkı kazanıp derhal temsil olunana devretmekle yükümlüdür.25 İnançlı işlemde inanılan, inanç konusu üzerindeki mülkiyet hakkının tanıdığı yetkileri kullanabilir. Buna karşılık dolaylı temsil ilişkisinde taraflar, vekilin üçüncü kişiden elde ettiği şey üzerinde mülkiyet hakkına ilişkin bir yetkiye sahip olmasını istemezler.26 Dolaylı temsilde bir başkası hesabına işlem yapılması, bir faaliyette bulunulması ön plandayken, inançlı işlemde inanılanın inanç konusu üzerinde hak sahibi olma sıfatı belirgindir.27 Doktrinde ileri sürülmüş olan söz konusu kriterler yetersiz olmakla birlikte, dolaylı temsil vekâletiyle inançlı işlemi birbirinden ayırma gerekliliği, bu kriterlerden yararlanmayı zorunlu kılmaktadır.

İnanç anlaşmasının sui generis bir sözleşme mi yoksa tipik bir sözleşme olan vekâlet sözleşmesi niteliğinde mi olduğu ya da taşınmazın üçüncü kişiden edinilmesi halinde, taşınmazın hak sahibine verilmesinde dolaylı temsil vekâletine mi yoksa inançlı işleme mi dayanılacağı tartışmasının pratik bir yarar sağlamayacağı, inanç anlaşması sui generis bir sözleşme olarak kabul edilse bile hükümleri kıyasen uygulanacak olan sözleşmenin yine vekâlet sözleşmesi olacağı ileri sürülebilir. Ne var ki bu konuda yapılacak niteleme, uygulanacak zamanaşımı süresine etki edeceğinden önem arz eder. İnanç anlaşmasının tipik bir sözleşme, bir vekâlet olduğu kabul edilirse, buna dayanan taleplerin tabi olacağı zamanaşımı süresi beş yıl, sui generis bir sözleşme olduğu benimsenirse, zamanaşımı süresi on yıl olacaktır. Biz açıklamalarımızı, inançlı işlemin sui generis bir sözleşme olduğunu kabul ederek yapacağız. Şu halde, tabi olunan zamanaşımı süresi yönünden bir farklılık doğacağından, özellikle taşınmazın üçüncü kişiden edinilmesi durumunda, yapılan işlemin dolaylı temsil vekâleti mi, yoksa bir inançlı işlem mi olduğunun belirlenmesi gerekir. Yukarıda belirtildiği gibi bu ayırımın yapılmasında, inançlı işlemin dolaylı temsil vekâletine göre az çok daha uzun bir süre için yapılacak olması; inançlı işlemde inanılanın yönetim ve karar almada bağımsız hareket edebilmesi; dolaylı temsil yetkisine sahip vekilden farklı olarak inanılanın görevinin, inanç konusunu derhal iade etmekle sınırlı olmaması; inanılanın, inanç konusunu belli bir süre boyunca ve belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere, tam hak sahibi sıfatıyla elinde bulundurması gibi çeşitli kriterlerden yararlanılabilir.