Arama yapmak için lütfen yukarıdaki kutulardan birine aramak istediğiniz terimi girin.

Bir Masaldan Magna Charta’ya, Magna Charta’dan 17. Yüzyıla Mülksüzleşen Köylülerin Hikayesi

The Story of Dispossessed Peasants from a Fairy Tale to Magna Charta, From Magna Charta to 17th Century

Fatma Gül KARAGÖZ

Bu makale bir hukuk tarihi araştırmasında birincil kaynak sayılmayacak bir metinden yola çıkarak erken modern dönemde iki farklı coğrafyada toprak mülkiyetinin bazı sorunsallarına eğilmeyi amaçlıyor. Aslen Rusya kökenli olup Türkiye sosyal gerçeklerine uyarlanmış bir halk masalı, makalenin çıkış noktası oldu. Masalda yer alan geçmişe özlem ve geçmişte ütopik bir Dünya düzeninin varlığı gibi temaların hukuk tarihinde bir karşılığı olup olmadığı, makalede konu edilen temel sorulardan biri sayılabilir. Zaman olarak 13. yüzyıldan 17. yüzyılın ortalarında kadar geçen süreyle sınırlanan makale, mekân olarak ise İngiltere ve Osmanlığı İmparatorluğu’ndaki sistem üzerinden gitmeyi tercih ediyor. Her iki ülkede köylünün toprağa erişimi, toprak üzerindeki haklarının tanımlanması, bu hakların zaman içinde kaybedilmesi, makalenin cevap aradığı edindiği temel sorular arasında sayılabilir.

Mülksüzleşme, Ortak Mülkiyet, Magna Charta, Osmanlı Toprak Hukuku, Köylüler.

The aim of this article is to focus on the problematics concerning land property in two different regions in early modern age with the help of a source which is not generally considered between the primary sources of a legal history research. A folk tale of Russian origin which was re-told in Turkey’s social realities, became the departing point of this work. One of the main focus point of the article was to question two main themes of the tale within the framework of legal history: the sense of nostalgia and the existence of a utopic world order in the past. The article is based in a time period from 13th till the mid-17th century. Two countries, England and Ottoman Empire were chosen to understand the realities. The access of peasant to the land, the definition of rights upon land, the loss of these rights in both of these countries are between the questions that the article tries to answer.

Dispossession, Common Property, Magna Charta, Ottoman Land Law, Peasantry.

GİRİŞ

Nerede olduğu tam olarak bilinmeyen bir ülkede çift süren bir çiftçi, toprakta ne olduğunu anlamadığı kocaman bir şey bulur. Bulunan nesnenin bir tür bitki veya tohum olduğu bellidir, boyutları ise neredeyse kavun-karpuz gibi meyvelere denktir. Köylü bu tohumun ne olduğunu anlamak için padişaha danışmaya gider. “Siz ki koca bir padişahsınız, çevrenizde bunca akıl aldıklarınız, fikir danıştıklarınız vardır. Ben bir köylü parçasıyım. Eğriyi doğrudan, doğruyu eğriden ayıramam.1 Padişahın danışmanları da köylünün elindeki nesneyi tanıyamazlar. Bunun üzerine memlekete haber salınır, “Beli iki kat olmuş, dizlerinin bağı çözülmüş, gözünün şavkı kaçmış, dişleri seyrelmiş, iki elinde iki sopa, dayana dinlene, dura soluya2 yürüyebilen bir adam padişahın huzuruna çıkar. Bu adam bulunan şeyin bir buğday tohumu olduğunu iddia etmektedir. Bu kadar büyük buğday tohumu olamayacağını söyleyerek itiraz eden saraylıların sen kendin ektin mi sorusuna karşı yaşlı adamın cevabı, babasına danışmaktır. Oğlundan daha dinç (tek bir sopaya dayanıp yürür, yarı iyi duyar, yarı iyi bakar.) biri olarak tasvir edilen baba saraya gelir: Ve bulunan şeyin buğday tohumu olduğunu onaylar. Kendisinin böyle bir tohuma hiç sahip olmadığını, ama babasının bu tip koca tohumlu buğdaylardan söz ettiğini söyler. Son olarak hem torunundan hem oğlundan daha iyi görünen; “dinç mi dinç, sağlam mı sağlam, dağ yapılı, demir bakışlı, dişleri bir inci” şeklinde tasvir edilen kişi padişah huzuruna gelir. Bu buğday tohumunun kendi zamanında her yerde mevcut olduğunu söyler ve buğdayın eskiden daha verimli olduğunu ima eder. Padişah dedeye tohumu nereden bulduğunu sorar, bu sorunun cevabı da ilginçtir. Dedenin zamanında, almak da satmak da yoktur; çünkü “sikke basılmamış akçe kesilmemiş”tir yani para da yoktur. Ama aynı zamanda “Benim tarlam diye bir tarla yoktu... Her yer herkesindi. Çiftimi çubuğumu alır, nereyi gönlüm dilerse orayı sürer, ekip biçerdim. Benim zamanımda kimsenin ağzından benim toprağım benim tarlam sözü duyulmazdı, benim sözü kullanılmazdı.”3 Son olarak padişah bu adama böyle buğdayların artık neden yetişmediğini ve nasıl olup da bu kadar dinç görünebildiğini sorar. Bunun cevabı da bellidir, eskiden herkes kendi halinde, kendi gücüyle yaşar, kendi yağıyla kavrulurken, şimdi kendi işlerini bırakıp başkalarının sırtından geçinmeye başlamışlardır. Oysa ihtiyarın gençliği zamanında herkes kendi kendine yetmektedir.4

Muhtemelen Grimm Kardeşlerin, Keloğlan’ın ya da Andersen’in masalları kadar bilinirliği olmayan “Sikkenin Basılmadığı Akçenin Kesilmediği Zamanlardan Kalma Masal” başlıklı bu metin, hukuk tarihçisine ne anlatır? Bu sorunun cevabını verebilmek için öncelikle masalın kaynağını bilmek gerekir. Sırf anlatıya bakılarak yapılan basit bir çıkarım masalın Orta Doğu coğrafyasına ait olduğunu düşündürebilir. Neyse ki bu masalı derlemesinde kullanan Tarık Dursun Kakınç, bu konuda minik de olsa bir ipucu vermiş, masalın Leo Tolstoy’un kaleminden çıktığını belirtmiştir; ancak masal bir halk hikayesidir.5 Tolstoy’un “Yumurta Kadar Büyük Bir Tohum”6 başlığıyla anlattığı hikâyeyle yukarıdaki metin karşılaştırıldığı zaman, Kakınç’ın bazı “yerel” değişiklikler yapmış olduğu görülebilir. Tohumu bulan kişi tarlayı süren köylü değil, oynayan çocuklardır; yoldan geçen bir adam tohumu merak edip çocuklardan satın alır ve krala götürür, ancak padişahın bilgeliğini öven köylü gibi davranmaz, doğrudan tohumu krala satar. Tohum buğday tohumu değil mısır tohumudur. Hikâyenin geri kalanının kurgusu neredeyse birebir aynıdır. Ancak Tolstoy’un anlatımında, emek ve ortak mülkiyet övgüsünün yanı sıra, belirgin bir Hıristiyan inancı bulunmaktadır, ki inanç Kakınç’ın versiyonunda yer almayan bir unsurdur: “Yaşlı adam gülümsemiş. ‘Benim zamanımda, demiş, ‘hiç kimse ekmek alıp satmak gibi bir günahı aklına bile getirmezdi ve biz para nedir bilmezdik. Her adamın kendine yetecek mısırı vardı’ ... ‘Toprağım Tanrı’nın toprağıydı. Sabanı sürdüğüm yer benim tarlamdı. Toprak herkese aitti. Toprak hiçbir insanın benimdir diyemeyeceği bir şeydi. Emek insanların bana aittir diyebilecekleri tek şeydi.”7

Tolstoy’un tekrar kaleme aldığı bu halk masalının muhtemelen daha eski versiyonlarını bulmak mümkündür. Zira halk hikayeleri ve masallar kolektif bir anlatımın ürünleridir. Yakın zamanda söylenmiş, anlatılmış, yazıya geçirilmiş masallar genellikle kısaltılmış veya bazen güncel duyarlılıklarla sansürlenmiş olabilmektedir.8 Bu nedenle bir hukuk tarih çalışmasında (veya diğer disiplinlerde) en son anlatımlarının kullanılması metodik açıdan çok doğru bir yaklaşım olmayacaktır. İnanç vurgusunun ne kadarı Tolstoy’a aittir?9 Masalı Kakınç kendisi mi uyarlamıştır yoksa masalın bu şekliyle anlatıldığını duymuş mudur? Bu soruları şimdilik bir tarafa bırakan bu makale, iki masalda da yer alan ütopya özleminin çağrıştırdığı bir meseleye, mülksüzleşme meselesine değinmeyi amaçlıyor. Mülksüzlük ile, daha doğrusu mülkiyetin olmadığı bir dünyayı idealleştiren bu hikâye ile, olumsuz anlamda mülksüzlük, yani sıradan köylünün elindeki toprağı kaybederek güçsüzleşmesi olgusu arasında bir bağ olduğunu ileri sürüyor. Masalda bahsedilen ütopya özlemini çağrıştıran düzenin hukuk tarihi açısından bir karşılığı varsa bunu bulmaya çalışan makale, bu sorunun cevabını önce Osmanlı toprak hukuku ve sistemi içinde, daha sonra da Magna Charta’dan 17. yüzyıla kadar giden süreçte İngiltere’de aramayı deniyor. Gerek Geç Orta Çağ’da ve Erken Modern Dönem’de paranın kıt bir meta olması, bireyin temel ihtiyaçlarını kendi yetiştirmek suretiyle veya yakın çevresinden temin etmesi, masalın hukuk tarihindeki anlamının bu dönemde aranabileceği izlenimini yaratmaktadır. Tohum Masalı’nın Türkçe söylenişinde kurgulanan dünya, Osmanlı toplumuna, siyâsî düşünce yapısına ve hukuk sistemine dair bazı ipuçları vermektedir. Yine masalın içinde geçtiği coğrafyaya uzak olsa da İngiltere’nin özellikle İngiliz köylüsünün 13. yüzyıldan 17. yüzyıla geçirdiği değişim ve yaşadığı hak kayıpları ortak mülkiyet ütopyasından ve bu ütopyanın yitirilmesinden çok da uzak değildir.

I. OSMANLI DEVLETİ’NDE TOPRAK, HUKUK VE ADALET

Osmanlı İmparatorluğu bilindiği üzere ağırlıklı olarak tarıma dayanan bir ekonomiye sahipti. İmparatorluk toprakları canlı bir ticaret hayatına ev sahipliği yapmaktaydı; ancak devlet bütçesini düzenleyen vergilerin önemli bir kısmı tarımsal üretimden tahsis edilmekteydi. Böyle bir sistemde hukuk düzeninin önemli bir fonksiyonu da tarımdan alınan verginin sürekliliğini sağlamaktı.10 Kakınç’ın Tohum Masalı’nda mısır yerine buğday tanesi çıkması, Osmanlı toplumunun özellikleri düşünüldüğünde, çok da tesadüfî bir seçim sayılmaz. Rus masalındaki mısır vurgusu da önemlidir; bilindiği üzere mısır 16. yüzyıldan önce Avrupa ve Asya kıtasında tanınan bir bitki değildi. Bu durumda orijinal Tohum Masalı bu dönemden sonra anlatılmaya başlanmış olabilir; ya da Tolstoy zaman içinde başka bir bitkiyi mısır ile değiştirmiş olabilir.

Osmanlı toplumunda buğday ve baklagiller temel beslenme öğesi olarak ön plana çıkmaktadır. Nitekim çıplak mülkiyeti devlete, tasarruf yetkisi reaya yani köylüye, üretim üzerinden vergi tahsis hakkı sahib-i arz yani sipahiye bırakılmış mîrî nitelikteki topraklar ağırlıklı olarak buğday ve baklagiller tarımının yapıldığı yerlerdi. Köylü bu toprakları, vergisini ödediği sürece ekip biçebilirdi, ancak toprağı satma, rehin konusu etme, kiraya verme gibi haklardan yoksundu. Sahib-i arz ise, vergisini düzenli bir biçimde ödeyen bir köylüyü toprağından atamazdı. Mîrî toprak haricinde imparatorlukta özel mülk kabul edilen topraklar, vakıf arazileri ve makalenin konusu bakımından önem teşkil edebilecek metruk ve mevat arazilerin varlığından söz edilebilirdi.11

Osmanlı arazi hukuku terminolojisinde metruk kavramı çorak veya boş arazi anlamına gelmez. Bu tanımı karşılayan terim mevat arazidir. Metruk arazi ortak kullanıma tahsis edilmiş, genelde hayvan otlatılan çayır, mera, yaylak, kışlak gibi araziler için kullanılır. Bu araziler sadece belli bir köyün, belli bir göçebe grubun veya herkesin kullanımına açık olabilirdi. Yine yol, meydan, iskele gibi yerler de metruk kabul edilirdi. Mevat ise hiç kimseye ait olmayan boş arazi demektir. Bu arazinin mutlaka çorak bir toprak olması gerekmez. Hukuk çerçevesinde topraksız bir köylünün “Burası benim olsun.” diyerek işgal edebileceği, sürebileceği tek arazi tipi de mevat arazidir. Bu işgalin sonucunda arazi özel mülk olabilmekte veya resm-i tapu vergisinin ödenmesiyle mîrî sisteme dahil edilmekteydi.

Toprağın ihya edilmesi ve resm-i tapunun ödenmesiyle birlikte kullanım hakkı kazanılabilecek bir diğer durum, kühî yani dağlık yer üzerinde tarım arazisi açmak yoluyla mümkün olmaktadır. Aşağıda III. Ahmed (ö. 1736) Kanunnâmesinde de tekrar edilmiş olan ferman, 16 Şubat 1609 günü kayda geçmiş bir arzuhale dayanmaktadır: “Bir sahib-i arzın sınırı dahilinde olan kühî yerleri bazı kimesne sahib-i arz zamanında izni yoğiken baltaları ile açup ziraat edüp, sahib-i arz resm-i tapu talep eyledikde ziraat edüp öşr ve resm virmek öşr ve resm almak izindir deyu talil eylediklerinde 1017 Zilkadesinin on birinci günü paye-i serir-i âlâya arz olundukda anın gibi yerleri baltasıyla açanlara tapu ile teklif olunup alurlarsa anlara virilür. Almazlarsa sahib-i arz dilediğine vire deyu ferman olundu.”12

Bu fermanda sahib-i arzın bir timar dahilinde dağlık arazide izin olmadan toprağı ihya eden kişilerden resm-i tapu talep etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Toprağı kullanan kişiler ise öşr ve resim verdiklerini, bu durumun izne delalet ettiğini bahane etmiştirler. Karışıklığın çözülmesi için arz gönderilmiştir. Arz üzerine verilen fermanda, sahib-i arzın toprağı resm-i tapu karşılığı öncelikle ihya edenlere teklif edeceği, eğer onlar resm-i tapu ödemeye yanaşmazsa bu sefer toprağı dilediği herhangi üçüncü bir şahsa tefviz edeceği düzenlenmiştir. Anlaşılan sahib-i arz köylülerin üretimi üzerinden vergi almaya başlamış, köylüler de bu verginin onay olduğunu düşünmüştür. Ancak resm-i tapu toprağın tasarruf hakkının belli bir kişiye özgülenmesi için verilen bir harçtı ve bir kurucu unsurdu.

Fermanın tarihi, Anadolu’da “Celali İsyanları” olarak bilinen sürecin son dönemine denk gelmektedir; bu süreçte reaya köyünü terk etmiş, topraklar boş kalmış ve üretim aksamıştır. Bu bağlamda devlet otoritesi kullanılmayan araziyi işleyen, dolayısıyla potansiyel bir vergi birimi haline getiren köylüyü sisteme katmayı uygun bulmuştur. Tarımsal üretime açılan bir arazinin üzerindeki hakların, öncelikle bu araziyi değerlendiren kişiye teklif edilmesi, bir tür ödüllendirilme olarak da düşünülebilir. Öte yandan, emek unsuru, resm-i tapu ödenmediği takdirde, tek başına hukuki ilişkiyi kurucu nitelikte değildir; dolayısıyla söz konusu bedel ödenmediği takdirde, sipahinin toprağı başka birine vermesi icap etmektedir. Bu noktada mülk ve mîrî arazinin terk nedeniyle mevat araziye dönüşmeyeceğini de belirtmek gerekir.

Osmanlı toprak hukuku sisteminde Tohum Masalı’nda yer alana benzer bir düzen olduğundan bahsedilemez. Yine de Osmanlı ekonomik anlayışı boş, sahipsiz duran ve işletilmeyen arazinin ihya edilmesini olumlu bir fiil olarak kabul etmiştir. Bu nedenle boş araziyi ihya eden köylünün emeğine hukukî bir sonuç bağlanmıştır. Modernite öncesi dönemde, hatta 20. yüzyıla kadar, tarıma açılmamış, boş, sahipsiz arazinin işlenen araziden daha fazla yer kapladığını da belirtmek gerekir. Bu yalnız Osmanlı İmparatorluğu için değil, Avrupa için de geçerli bir olgudur.13

Modernite öncesi dönemin genel bir özelliği daha vardır: Devlet, hakimiyeti altında bulunan bütün bölgelere eşit bir biçimde erişemez. Bir insanın doğumundan ölümüne geçirdiği değişimlerin (medeni hali, edinilen mülk, mesken vb.) kaydının düzenli bir biçimde tutulması özellikle Osmanlı Devleti açısından geç bir tarihte gerçekleşmiştir.14 Dolayısıyla, devlet organlarından bağımsız ve habersiz olarak sahipsiz bir yerin fiilen işgal edilmesi ve kuşaklar boyunca toprağın kullanılması mümkündür. Osmanlı Devleti’nde arazi üzerinde, gerekli izinler alınmadan ve bildirimler yapılmadan tamamlanan bazı işlemlerin hukuken sonuç doğurmayacağı kurala bağlanmıştır. Örneğin mîrî arazi üzerinde köylünün tasarruf yetkisi ferağ adı verilen bir sözleşmeyle bedel karşılığı devredilebilmektedir. Kural olarak ferağ, sahib-i arz izniyle yapılırdı ve bu işlem sırasında sahib-i arza yine resm-i tapu veya tapu adı verilen bir tür harç ödenirdi. Ferağın izinsiz yapılması sözleşmeyi geçersiz kılardı. Öte yandan yerel bir görevli olan sahib-i arz dahi her zaman bu tip işlemleri takip edemiyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyıl öncesi kültürü sözlü bir kültürdü; hukuk kültürü de bu anlamda farklı değildir. Dolayısıyla bu dönemde mâlik veya mutasarrıf olarak topraktan yararlananların elinde, bu haklarını kanıtlayan bir belge bulunması şart değildi. Toprağın sınıflandırılması konusunda da benzer bir karmaşadan ve kayıt eksikliğinden bahsedilebilir; örneğin Halil İnalcık Osmanlı sicillerinde ferağ yerine bazen satmak kelimesinin veya satım sözleşmesi anlamına gelen bey’ u şira teriminin kullanıldığı, bu sebeple araştırmacıların bu konuda yanlış bir sonuca vardıklarını ifade etmektedir.15 Netice itibariyle köylü, devletin görevlilerinden habersiz bir toprağı yıllarca kullanabilir miydi sorusuna olumlu cevap vermek gerekir. Mahkeme kayıtlarında görülen haksız işgal davaları, benzer bir kullanımın mülkiyeti veya tasarruf yetkisi üçüncü şahsa ait mallarda dahi mümkün olduğunu göstermektedir.16

Hiçbir tarlanın özel mülk olmadığı ideal bir dünyadan bahseden bir çalışmada, bu konuda Osmanlı toplumu ve hukuk sistemi açısından sembol olan bir ismin üzerinde durmadan bu çalışmayı bitirmek bir eksiklik teşkil edecektir. Öte yandan, yakın zamanda isabetle vurgulandığı üzere, Bedreddin Simâvî’nin (ö. 1420) fıkıh üzerine eserlerine bakıldığında, ortak mülkiyet sistemini savunma iddiasından da erken bir tür sosyalizm anlayışından da hayli uzak nitelikte olduğu anlaşılmaktadır. İnanç konusunda heterodoksi tartışmaları esasen Bedreddin’in hukukçuluğu değil, savunduğu panteist inanç sistemi üzerinden yürütülmektedir. Bedreddin’i erken bir Marksist olarak değerlendirme geleneği Nazım Hikmet’e atfedilmekle beraber, özellikle 1990’larda bu eğilimin yükseldiğinden bahsedilmektedir.17

Netice itibariyle Bedreddin içtihad ortaya koyarken Hanefi ekolüne bağlı kalmış, ancak bir görüşe göre daha akılcı ve belli ölçüde serbest görüş verebilmiştir.18 Bedreddin’in bu ünü arkasında Börklüce Mustafa (ö. 1419) ve Torlak Kemal (ö. 1419) gibi müritlerinin ortak mülkiyeti reddetmiş olmalarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Özellikle Börklüce Mustafa isyanını inceleyen çalışmaların önemli bir kısmı, modern siyâsî kaygıları yansıtmaya yönelik oldukları konusunda eleştirilmiştirler.19 Börklüce Mustafa’nın eşitlik ve ortak mülkiyet gibi fikirlerinin arkasında ise Hıristiyan-İslam inançlarının senteziyle ortaya çıkan kıyametçi bir arka plan olduğuna dair zengin bir literatürün bulunduğu anlaşılmaktadır.20 Kuşkusuz üç figürün yaşamları da hukuk tarihi açısından daha fazla ilgiyi hak etmektedir.

Osmanlı terminolojisinde adalet hem hukuk felsefesi hem de yönetim felsefesiyle bağı olan bir terimdir. Osmanlı düşüncesinde adalet kavramını açıklayan bir ilke ise “her şeyi yerli yerine koymak” şeklinde özetlenebilir. İdris Bitlisî (ö. 1532) tarafından dile getirilen bu sisteme göre yönetim anlamında adalet ve hukuk düzeni arasında bir bağlantı vardır; adalet “her şeyi yerli yerine koymak”, adaletsizlik veya zulüm ise “bir şeyin ait olmadığı bir yerde kalması” şeklinde açıklanır. Bu sistemin düzenli bir şekilde işleyişini sağlayacak olan kişi ise yönetici yani sultandır.21 Bu çerçevede hukukî bir zararın giderilmesi de bir şeyi veya birini eski yerine, ait olduğu yere koymak şeklinde özetlenebilir. Adalet kavramını açıklayan ikinci ilke ise Daire-i Adliye ya da adalet dairesidir. Eski Türk, İran ve Hint yönetim felsefesinden beslenen bu kavram kısaca şu şekilde özetlenebilir: Memleketi bir arada tutmak için askere, askeri beslemek için mal ve servete, bu malı elde edebilmek için halkın zengin olmasına, halkın zengin olması için ise doğru kanunların konulmasına ihtiyaç vardır. Bunlardan biri olmazsa diğerleri de olmaz.22 Adaletle yönetimin bir diğer ayağı, daha doğrusu sonucu ise bolluk olarak nitelendirilmiştir: Kınalızâde (ö. 1572) gibi düşünürlerin eserlerinde hep bolluk ile adil bir sultanın arasındaki bağlantı açıklanmıştır; bu ikisi arasında adil bir sultan, bolluktan önce gelir.23 Bu bağlantının aslında Daire-i Adliye kavramından beslendiği iddia edilebilir.

Aşırı-yorum riskine girmek pahasına şöyle bir iddiada bulunmak mümkündür: Bu makalede incelenen masal Rusya kaynaklı olmasa, tohumun eski bereketinin özlemle anılması da pekâlâ üstü kapalı bir yönetim eleştirisi olarak görülebilirdi; zira adil yönetim bereketle sonuçlanmakta, adil olmayan yönetim ise bereketi azaltmaktadır. Ancak masalda verilen üzeri kapalı ahlak dersi ve eleştiri hem Rusya hem de Türkiye versiyonunda, yönetenden ziyade yönetilene karşıdır. Toprağı süren kişi kendi emeğiyle yaşamaktan vazgeçmiş, bir bakıma azla yetinmek yerine daha fazlasını istemiş; bunu da başkalarının üzerinden yapmayı tercih etmiştir. Bu durum maddî açıdan bedensel yorgunlukla, manevî/hukukî açıdan ise tasarruf hakkının eskiye göre sınırlanmasıyla sonuçlanmıştır.

Masalların genel olarak ahlâkî bir alt metinleri olduğundan, toplumu eğitme amacı taşıdıklarından bahsedilir ve masalın hep mutlu sonra bittiği, insanlara iyi, doğru, adil, erkeklere cesur, atak, kadınlara ise mütevazı, itaatkâr olmayı öğütlediği düşünülür. Bu iddiada belli ölçüde gerçeklik payı olsa da bu konuda Robert Darnton’ın sözlerine kulak vermek gerekir; masallar her zaman iyi bitmez, her zaman ahlâkî bir ders verme amacı taşımazlar. Bazen de toplumun bazı felaketleri atlatabilmesi için bir tür baş etme aracı olarak anlatılırlar.24 Bu baş etme bazen olumsuz bir ahlak mesajını da içerebilir. Keloğlan’ın Dev Anasını kandırdığı hikayelerde, fiziksel ve maddî imkânları kullanarak kendisinden daha güçlü biri otoriteyle başa çıkmaya çalışan köylünün ya da yoksulun durumu görülebilir. Tohum Masalı bu anlamda pozitif ahlâkî mesajları olan bir masaldır. Hem Tolstoy hem de Kakınç emek vurgusu yaparak masalda daha adil olabilecek bir düzene olan övgüyü bir bakıma tekrar etmiştirler. Geçmişin bugünden daha iyi, daha adil olduğuna dair söylemi ilk icat eden ve son kullanan kuşkusuz bu iki yazar değildi; Altın Çağ, “Asr-ı Saadet”, Cumhuriyetin ilk 10 yılı, Osmanlı’nın yükselme devri, “Muhteşem Yüzyıl” gibi örnekleri akla getirmek bile bunu görmek için yeterlidir.

Osmanlı İmparatorluğu açısından içinde bulunulan dönemin yozlaşmış olduğuna, geçmişteki hukuk düzeninin, bürokrasinin, adalet sisteminin daha iyi işlediğine dair en bilinen örnekler aslında Kanuni Sultan Süleyman (ö. 1566) döneminin sonlarına doğru ortaya çıkmıştır, 17. yüzyılda da devam etmiştir. Gelibolulu Mustafa Âli’nin (ö. 1600) eserleri bozulma literatürünün en tipik örnekleri arasında gösterilebilir. Mustafa Âli’nin üzerinde durduğu konular arasında devlet görevine, bu görevi hak etmeyen kişilerin getirilmesi de vardır: Şer’i hukuk bilgisini haiz olmayan “rençber tâifesinden nice etrāk-ı mezmûmu-ş-şiyem25 kadılığa getirilmiştir. Mustafa Âli’nin eleştirilerinin arka planında ise emekleri karşılığında devletten hak ettiğini düşündüğü taltifi görememiş olan bir kişinin şikayetleri yer almaktadır.26 Bu bağlamda şikâyet edenin kimliği, nasihatin niteliği konusunda da belirleyici olmaktadır.